Ehliyet-liyakat veya yazık ki ne yazık!
Ara ara gündemimize ehliyet-liyakat temalı haberler giriyor.
Belediye başkanından rektöre, genel müdürden bakana pek çok kişiyle ilgili
medyada bir şeyler okuyoruz. Geçen gün THY’deki bir genel müdürün kendi soyadından
49 kişiyi işe aldığı haberi vardı basında. Bu haberlerin olması veya olmaması yaşadığımız
gerçeği değiştirmiyor doğrusunu isterseniz. Ülkemizde maalesef ehliyet-liyakat üzerinden
işleyen bir istihdam politikamız yok. Bu son derece açık ve net.
Ancak işin daha da vahimi bizde işlerin ehliyet-liyakat üzerinden
gitmesi yönünde bir kamusal talep de yok. Acı ve kahredici olan bu. Bir ilke
olarak ehliyet ve liyakatin önemine ilişkin herkes kendince bir şey söylüyor. Üstelik
toplumun inanç-değer dünyasına referanslarda bulunarak. Ancak bir şeyin önemine
dair bir şeyi söylemek ile o ilkenin gereğini yapmak veya ilkenin yaşam bulması
için mücadele vermek bambaşka şeyler. Çoğu zaman maalesef o ilkeyi
katledenlerden işitiyoruz ilkenin anlamını ve önemini. İkincisi ilkenin katlini
gösterip feryat edenlerin taleplerinde de örtülü bir ihtirasın barınıyor olmasıdır.
Nietzsche “Baskı altına alınan insanlar adalet ister, gerçekte bu kendileri için
istedikleri iktidarın bahanesidir” tespitini yaparken tam da adalet maskesiyle
maskelenen bu konum değiştirme talebinin, güç istencinin fotoğrafını çekiyordu.
Meseleye öyle felsefeden, filozoflardan kanıt getirmenin gereği de yok, anlamı da
yok. Yaşadıklarımız bunun böyle olduğunu apaçık şekilde gösteriyor.
Bu tip haberlerle bir tür sansasyon yaratarak her gün
deneyimlediğimiz, bildiğimiz hususlarla ilgili abartılı tepkide bulunmanın
psikolojik veya ideolojik ihtiyaçlarımız dışında ahlaki, ilkesel bir gerekçe göze
çarpmıyor maalesef. Öyle ki işler o kadar sıradanlaştı, olağan hayatımızın parçası
haline geldi ki, bir noktadan sonra konuyla ilgili kayıtsızlığa, çaresizliğe
hatta kabullenmeye sürükleniyoruz. Bazı ilkeleri gizleyerek, sessizce
katledebilmek mümkün. İşleri gizlice, örtülü şekilde veya kılıfına uydurarak
(yasal yolsuzluk diye bir şey var literatürde nitekim) da çiğneyebilirseniz. Kılıfına
uydurmak, gizleyerek sessizce yapmak, hiç olmazsa o ilkenin varlığına ve işlerliğine
ilişkin kamuoyunda bir sahiplenmenin olduğu varsayımına dayanıyor. Ancak sağır
sultanın da duyduğu şu son örnekler de gösteriyor ki artık bu ilke hilafına iş ve
işlem tesis edenler böyle bir varsayıma inanma ihtiyacı bile duymuyorlar. Çünkü
kamusal işleyişimiz ne bu tür haberler üzerinden bir infiale neden oluyor, ne
de bu iş ve işlemleri tesis edenlerin başına bir şey geliyor. Bu tarz durumlar
sadece kayıtsızlık, öfke, çaresizlik gibi nahoş durumlara sürüklemiyor. Toplum
olarak bu tür durumlar karşısında çok daha büyük bir maliyetle karşı karşıya
kalıyoruz. Birincisi, zaten toplumsal hayatınız ilke ve değerler yerine kayırmacılık
üzerinden şekillenince bunun oluşturduğu bir maliyetle karşılaşıyorsunuz. İkincisi,
bunu sorun edip düzeltilmesi için mücadele etmek gerekirken bir şekilde bunu
yapmamak veya yapamamak ayrı bir maliyet oluşturuyor. Üçüncüsü işin çok daha ölümcül
olan kısmı. Bu ise yaşadıklarımızın, bize yaşatılanların, yaşanılması gereken şeyler
olduğu şeklindeki eğitsel fatura... Asıl yanlışlığın, kötülüğün cehaletten
geldiğini düşünüyoruz hâla naif bir şekilde. Oysa çok daha önemli bir ilke var
burada. Bildikleriyle amel etmemenin ana gerekçesi, yaşadıklarınız tarafından
terbiye edilmenizdir. Denilebilir ki; elbette yaşadıklarımız tarafından terbiye
ediliriz. Doğrudur elbette. Ancak zannettiğimizin aksine yaşadıklarımız tarafından
terbiye edilmek, başımıza gelen kötü şeyin uygulayıcısı olmak demektir. Kötü şeyler
yaşamak insanı iyi etmiyor, kötü şeyleri yaşayanlar kendi hallerine bırakıldıklarında
çoğunlukla kötü olurlar. Bu haberler ve haberlere gösterdiğimiz veya göstermediğimiz
tepkiler kötü bir tedrisattan geçtiğimizi, üstelik kalıcı bellek odaklı bir
tedrisattan geçtiğimizi gösteriyor. Yazık ki ne yazık!