Hükümette heykel krizi
SABRİ GÜLTEKİN
Dün “Ağaç” metaforu üzerinden gezi olaylarının fitilini ateşleyenler,
bugün de aynı yöntemlere başvurarak “Atatürk”
ve “Adalet” üzerinden toplumu
galeyana getirmek için harekete geçti. Boğaziçi’ne atanan rektör, kur
manipülasyonu, enerji darboğazı, rekor kıran enflasyonla toplum manipüle
edilerek adım adım “erken seçim”
havasına sokulmaya çalışılıyor. Joe Biden ne demişti, “Erdoğan’ı yenecek duruma gelmeleri için hâlâ var olan Türk liderliği
unsurlarından daha fazla verim almalı ve onları güçlendirmeliyiz. Darbe ile
değil, seçimle...” Son dönem Türkiye’sinin fotoğrafına iyi bakın; bütün mesele
Türkiye’yi istikrarsızlaştırmak, hâlâ anlamadınız mı?..
Bugünlerin flaş gündemi yine heykel.
Türkiye ne zaman istikrarsızlaştırılmak istense toplumun kılcal damarlarına
operasyon yapılır, sonra da “bizim
çocuklar başardı” kriptosu elini ovuşturarak bekleyenlere servis edilirdi.
Şu günlerde alevlenen heykel tartışmalarını izlerken, Kars’taki “İnsanlık Abidesi” ucubesi tartışmalarını, Ankara Büyükşehir
Belediye Başkanı Melih Gökçek “Periler
Ülkesinde” heykeline “böyle sanatın
içine tükürürüm” diyerek gösterdiği tepkiyi ve çoğu insanın hafızasından
silinip giden “İstanbul Güzeli!”
heykeli tartışmalarını hatırlamakta fayda var. Bülent Ecevit ve Necmettin Erbakan’ın
işbirliğindeki CHP-MSP koalisyonu ile Türkiye Cumhuriyeti’nin 37. Hükümeti Ocak
1974’te kurulmuş, fakat heykel tartışmaları Türkiye’yi siyasi krizin eşiğine
getirmişti.
Bakalım neymiş bu heykel krizinin
hikâyesi...
***
Sultan Abdülmecid’in 1848’de Garabet
Amira Balyan ve Nigoğos Balyan’a yaptırdığı Küçük Mecidiye Camii’nin yanından Beşiktaş’taki
Yıldız Korusu’na doğru yöneliyoruz. Korunun
devasa kapısından içeri girer girmez âdeta oksijen yoğunluğundan komaya
giriyoruz. Bu güzellikleri görünce Fatih’in “ya İstanbul beni, ya ben İstanbul’u alırım” demesindeki hikmeti
daha iyi anlıyoruz.
Güneşin kızılca ışıkları yavaş yavaş
Boğaz’ın mavisine karışıyor. Ağaçların arasından, patika yollardan aşağıya
doğru inerken âdâba mugayir şeylerle karşılaşıyoruz. Her adım başı “Lâ havle velâ kuvvete illâ billâhil aliyyil
azîm” çekmekten damağımız kuruyor. Ar damarı çatlamışlar bir taraftan
fingirdeşiyor, diğer taraftan da sanki yatak odalarındaymışçasına oynaşıyor.
Biraz daha yürüyüp çıkış kapısına
yaklaşınca bu “ar damarı çatlamış”ların
neden böyle galeyana geldiklerinin emaresi gözümüze ilişiyor. Ucube bir beton
yığını, sırtını Çadır Köşkü‘ne, önünü Boğaz’a dönmüş anadan üryan İstanbul’u
seyrediyor. Arkadan bir şeye benzetemediğimiz bu ucubeyi bir de önden
kadrajlıyoruz. Ne görelim, sırra kadem basan o meşhur “İstanbul Güzeli!”
Neuzübillah!..
*
Yaşı ilerlemiş olanlar bu ucubenin
hikâyesini çok iyi bilir.
1973’te Cumhuriyet’in 50. Yılı münasebetiyle yapılan etkinliklerin en ilgi
çekici faaliyetlerinden birisi, İstanbul’un heykelle donatılması idi. Kutlama
Komitesi tarafından siparişi verilen 20 heykelden birisi de yukarıda sözünü
ettiğim “İstanbul Güzeli!” heykeliydi.
Evet, yıl 1973’tü. Heykellerden birisi
Güldal Duyar isimli heykeltıraşa
sipariş edildi. Adamcağız kendini bu faaliyete öyle kaptırdı ki, iç
dünyasındaki sapkınlığı bütün “anadan
üryan”lığı ile “sanat”ına
yansıttı. “Sanat” hiçbir dönemde bu
kadar ayağa düşürülmemişti. Hele hele Fatih’in bizlere emanet ettiği insanlığın
ortak malı “güzel İstanbul”a hiç bu
kadar ağır hakaret edilmemişti.
Çırılçıplak geriye yaslanmış vaziyette
oturan bu kadın figürüne de “İstanbul
Güzeli!” denildi. Heykel törenle, Karaköy
Meydanı’nın en işlek caddesi Yüksek
Kaldırım’ın ağzına dikildi. Tarih boyunca bir türlü ismi güzel şeylerle
anılmayan Karaköy’e bir kara daha çalındı.
Ne tuhaftır ki, bu dönemde ülkeyi
MSP-CHP koalisyonu yönetiyordu. Aslında 28 Şubat’ta oynanan oyunların benzer
versiyonları bu dönemde sahneye konulmuştu. Erbakan Hoca’nın 28 Şubat’ta “tedirgin” davranmasının altyapısında
belki de bu ortaklık sürecinde yaşananlar yatıyordu. Başbakan Yardımcısı
Necmeddin Erbakan, inançları rencide eden müstehcen “İstanbul Güzeli!”nin derhal kaldırılması için Mart 1974’te bir mücadele başlattı. Tartışmalar büyüdükçe büyüdü,
basının ağzına sakız oldu. Kavga öyle bir şiddetlendi ki, Erbakan-Ecevit
ortaklığı çatırdamaya başladı. İş nihayetinde, İstanbul Belediye Başkanı Ahmet İsvan ve Vali Namık Kemal Şentürk’ün de oluruyla 21
Mart 1974 gecesi “ucube” heykelin
sökülüp atılmasıyla tatlıya bağlandı.
*
22 Mart sabahı sanatsever(!)ler “ar damarı çatlamış Güzel İstanbul heykeli”ni
göremeyince “laiklik elden gidiyor”
eyyamcılığı ile ortalığı velveleye verdi. Putunu kaybetmişçesine çılgına
dönenler, sırra kadem basmış “İstanbul
Güzeli!”nin peşine istihbaratçıları taktılar. Her taraf fellik fellik
aranmaya başlandı. Bir müddet Kumkapı
Sahil Yolu’nda gezindiği, daha sonra da Yıldız tarafına gittiği tespit
edildi. Canlı bomba gibi elden ele gezdirilen heykel sonunda, “31 Mart Vak’ası”nın vücud bulduğu Yıldız’a terkedildi.
Saçlarını geriye savurmuş vaziyette
oturan bu anadan üryan silüet, hâlâ gerile gerile “Güzel İstanbul”u seyretmekte. Çevresindeki parkta çocuklarıyla
vakit geçiren aileler bu “ucube”den
rahatsız olsa da, bu şehri yönetenler “İstanbul
Güzeli!”nin keyfine dokunmamakta ısrarlı.
*
Memlekette buna benzer onlarca “heykel” hikâyesi var. Kendi değerlerini
hor gören, evrensel hiçbir özelliği bulunmayan “taş devri” ucube icatlar yıllardır sonuçsuz tartışmalarla
memleketin gündemini yorar durur. Oysa sanatçı ruhlu insanlar bilir ki, sanat
aşka dönüştükçe kutsaldır. Kutsal olan şey ise her adımda farklı bir yüzünü gösterir.
Dokundurmaz kendine, “evrensel akıl”
ortaya konan sanatsal emeğe daima saygı duyar. Aklın yolu bir; toplum “ilim, sanat ve vicdan”ını kaybetmişse
köle olmaya mahkumdur. Bu sebeplerden dolayıdır ki, son günlerde bazı “besleme”lerin kazan kaldırıp, fildişi
kulelerinde “tiyatro” yapma çabaları
beyhudedir.