Mefkûrede Tevhid-i Tedrisat
“Milli
Eğitim Sistemi” içinde 3 tane sorun var: 1.Milli Değil, 2.Eğitim vermiyor, 3.Sitemi yok. Biz
ancak, bu 3 sorunu çözen bir sistem kurarsak önümüzdeki yüzyıla güven içinde
bakabiliriz. Mevcut eğitim sistemindeki sorunlardan sisteme ilişkin bazılarına
değineceğiz.
Ülkemizde dini eğitim kurumlarının
kaldırılması 3.3.1924 tarihli Tevhidi Tedrisat Kanunu ile yapılmıştır. Bu kanun
ile medrese eğitimi ve dini okullar sona erdirilmiş,
yerine milli eğitime bağlı okullar getirilerek milli eğitim sisteminin tek
bir hedefe/mefkûreye odaklanması amaçlanmıştı. Ancak, şimdi Milli Eğitim Mevzuatının ve sistemin işleyişinin “Mefkûrede Tevhid-i Tedrisat” esasıyla
yenilenmesi lazımdır.
Zaman içinde gelinen noktaya
baktığımızda; her biri farklı telden çalan, farklı farklı okulların sisteme
hâkim olduğunu görüyoruz. Okullarda verilen eğitim küçük yaştan itibaren bir “yaşam
biçimi dayatması” veya “zihinsel kodlama” içeriyor.
Ülkemizde siyasetin olması gerekenden çok daha fazla hayatın her yerine
dokunması ve bunun sonucu olarak kendi dünya görüşüne göre toplumu
şekillendirmek istemesi sorunu, eğitim kurumlarına da yansımış bulunmaktadır.
Seküler bakış açısıyla hayata bakanlar ile muhafazakar bakış açısı ile hayata
bakanlar arasındaki farklılık eğitime de,
köşe kapma şeklinde aynen yansımış durumdadır. Her iki tarafta da
ötekileştirici “onlar tu-kaka” kültürü göreceli
üstünlükleri anlayıp kullanmayı, geliştirmeyi ve gelişmeyi engellediği için
topluma zarar veriyor. Bu mücadele aslında işin temelinde bizi akl-ı selimde buluşmaktan alıkoyan, nitelikli insanlarımızı harcayan,
gençlerimizin daha iyi yetişmesini ve
daha nitelikli görevler üstlenmesini
engelleyen önemli sorunlardan biri durumundadır. Bu mahalle segmentasyonu ile
oluşan “zihnî izolasyon” sorunu aşılmalıdır. Dün matbaaya karşı çıkanlar toplumsal gelişimi nasıl engellemişse,
bugün de bu anlayış aynı şekilde zarar veriyor. Ülkemizdeki İHA
teknolojisini yapan kişinin Robert Kolej mezunu olmasının ne anlama geldiği
üzerinde düşünülmesi lazımdır.
Eğitimde “analitik ve bilimsel düşünme”
melekesi sağlayan, olaylara renkli bir gözlük arkasından bakıp her şeyi
renklenmiş olarak görmek zorunda olmaktan çıkartıp, gerçekliği bütün sanal algı
oyunlarından arınmış netlikte görebilen, muhakeme edebilen “sorgulayan gençler”
yetiştirsek, üstüne bir de “kendini iyi ifade edebilen”,
kendisi, çevresi, toplumu, devleti ve insanlık ile uyumlu olan, “barışçıl/sağlıklı/huzurlu
ilişkiler kurabilen”, çevresinde hangi din veya yaşam biçimi olursa
olsun “ahlaklı bireyler” yetiştirmek esas alınsa, “hak/haksızlık,
adalet/adaletsizlik” algısı olan “ufku/kültürü/vizyonu/medeniyet seviyesi
yüksek” gençler yetiştirmeye odaklansak, ayrıştırmacı “yıkıcı
siyaset” kültürünü “tabanda tasfiye” etmeye başlamış
oluruz.
Mevcut eğitim kurumlarına ve
eğitimcilere baktığımızda önemli bir kısmının öğrencilere yaşam biçimi
dayatması odaklı, tarafgirlik veya kurum taassubu nedeniyle düşünme ve analiz
yeteneğini yitirmiş, iç sorunlarını göremeyen bir modelin işleyegeldiğini
görüyoruz. Olimpiyat takımında yer alan öğrencileri sınavla alıp 4 işlemi unutacak
kadar gerileterek pasifleştirdiği veya özel yetenekli çocukları toplayıp birer
birer harcadığı bu saçmalığı bir eğitim faaliyeti sanan kurumlara ve
yöneticilere yaptıklarının ülkemize ne kadar zarar verdiğini anlatmak mümkün
olamazsa vay halimize…
Mesela, bugünlerde LGS sonuçları
açıklandı, sonuçlara baktığımızda nötr, eğitim odaklı çalışan bir okulun en
fazla sayıda Türkiye birincisi çıkardığını, bazı siyasetçilerin göz
bebeği gibi gördüğü, sınavla öğrenci aldığı bir grup okulların ise (kıyasen)
çok gerilerde kaldığını gördük. Eş zamanlı olarak okullarımıza baktığımızda da bir
yaşam biçimi odaklı yapıların başarı zaafı içinde olduklarına tanık
olduk. Muhafazakâr kesimin son 20 sene içinde kaliteli, nitelikli, en az bir
yabancı dili çok iyi bilen, başarılı 1 tane bile okul oluşturamamış olmasının
nedeni ciddi şekilde sorgulanmalıdır. Eğitim kurumlarını grup içi dayanışma
kültüründen çıkartıp, “ulusal ve küresel rekabetçi bir düşünce
modeli ile yapılandırmamak” şeklindeki işleyişin ülkemize ne kadar
zarar verdiğini görmek üzücü bir durumdur.
Eğitim, öğrencilerin sürekli sınav
olduğu bir faaliyet… Peki elde edilen skorların analiziyle niçin öğretmenler ve
idareciler de sınav olmuş olmuyor? Mesela, ODTÜ yabancı dil eğitiminde hocalar
ders anlatır, idare eğitim materyallerini seçer ve programı yapar, test ofis de
soruları hazırlar, sonuçları çıkartır, istatistiki verileri tutardı. Her
senenin aynı sınavının karşılaştırması, diğer sınıflar ile kıyaslama, eski
yıllardaki aynı seviyedeki sınıflarla mukayese gibi veri toplama ve veri
analizini yapardı. Bu yolla, en iyi eğitim materyalleri seçilir,
eksikler/hatalar anında görülür, dengeli zorlukta sorularla sınavlar yapılır,
iyi hoca ile yeterince öğrenciye faydalı olamayan hoca çok net ve istatistiki
veriler ile analiz edilirdi. Bu yolla sadece öğrenci değil, hoca da yönetim de
test ofis de öğrencilerin skorları
üzerinden bir performans/başarı analizine tabi tutulurdu, yani “bütün
paydaşlara göre veri analizi” yapılırdı. Sadece öğrenci sınav olmaz, öğretim elemanları da en az öğrenci
kadar başarılı olmak için çalışırdı. Bu heyecan da “kurumsal başarıyı”
beraberinde getirirdi. Veri toplama ve “bütün paydaşlara göre veri
analizi” yaparak performans
ölçümlemesi yapan okulların başarılarını LGS’de de gözlemledik. Veri
toplayıp analiz yapmayanlar ile veri dahi toplamayanların “kurumsal ve sistematik başarıya” erişemediklerini, bunlardaki bazı
öğrencilerin yetenekleri nedeniyle başarılı olduklarını da gözlemledik. Yani,
bu kurumlar, sistemsel ve kurumsal bir başarı göstermiyor, öğrencilerin
bireysel başarılarını sahipleniyor hepsi bu…
Sistemsizliğin sistem olduğu yerde “kurumsal başarı” olmaz. Yetki ve sorumlulukta paralellik olmazsa, “başarısızlık ödülleri dağıtımı” yapılan her yerde ülkenin gelişimi engelleniyordur, bunu görüp değiştirme zamanı gelmiştir artık…