Dolar (USD)
32.58
Euro (EUR)
34.84
Gram Altın
2499.47
BIST 100
9664.46
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

20 Eylül 2021

Türkiye emperyalistlerin mülteci ambarı değil

Emperyalistler Ortadoğu’da, Afrika’da ve Asya’da el-Kaide, DAEŞ, Boko Haram, PKK, PYD/YPG gibi eli kanlı örgütlere ihale ettikleri “vekâlet savaşları”yla Müslümanları yumuşak lokma haline getirmek için büyük operasyonlar yürütüyorlar. Enerji kaynaklarına çöktükleri, ölüme terk ettikleri, büyük göçe tabi tuttukları, ölüm tarlasına çevirdikleri topraklarda yeni hegemonya peşinde koşuyorlar.

*

Üç semavi dinin doğduğu Ortadoğu toprakları, üç kıtanın birleştiği stratejik bölgedir. Tarih boyunca emperyalist ülkelerin bölgeye yönelik hesapları, çıkarları, müdahale etmek için nedenleri, bahaneleri ve çeşitli müdahale araçları vardır. Jeopolitik konum, zengin petrol yatakları küresel haydutların iştahını kabartan en önemli gerekçelerdir.

Bölgede, ABD için birinci öncelik İsrail’in güvenliğidir ve bu sebeple Ortadoğu’da İsrail’e tehdit oluşturacak ülkelerin bölünerek küçültülmesi gerektiği tezi ilk defa 2003 yılında Condoleezza Rice tarafından açıklanmıştı. Daha sonraki dönemlerde oğul George W. Bush’un Dışişleri Bakanı olan Rice, Washington Post’ta kaleme aldığı “Ortadoğu’yu Dönüştürmek” başlıklı yazıda Büyük Ortadoğu Projesi’ni (BOP) gündeme taşıyarak, “Bu proje ile Ortadoğu’da sadece rejimler değişmeyecek, 22 ülkenin sınırlarının ve haritalarının da değişecek” ifadelerini kullanmıştı.

Bu açıklamanın ardından hedefe konan Irak “kimyasal silah” bahanesiyle 2003 yılında işgal edildi. ABD’nin başını çektiği “işgal koalisyonu” milyonlarca Iraklıyı tecavüze, katliama ve göçe tabi tuttu. Devlet Başkanı Saddam Hüseyin idam edilirken, ülkesi bölünerek tehdit olmaktan çıkartıldı. Etnik ve mezhepsel problemler tetiklenerek yeni bölünmelere gebe hale getirildi.

*

İnsan hakları, demokrasi, özgürlük, hukuk devleti, sivil toplum ve piyasa ekonomisini egemen kılmak argümanlarıyla 17 Aralık 2010 tarihinde Tunus’ta (olaylar seyyar satıcı Muhammed Buazizi’nin tezgahına el konulması sonucu kendini benzin dökerek yakması sonucu alevlendi) başlayan ve ardından Mısır, Libya, Yemen, Bahreyn, Cezayir ve Ürdün’e kadar uzanan “Arap Baharı”nın ateşi en sonunda Suriye’yi sardı. 15 Mart 2011’de Dera’da başlayan eylemler ülke geneline yayıldı. Irak’ın işgalinden ve parçalanmasından sonra sıra Suriye’ye geldi. Suriye’de oluşan bu kaos ortamından ve ölümden kaçan insanlar Türkiye sınırına doğru akın gelmeye başladı.

*

Komşularla “sıfır problem” teziyle yola çıkan Dışişleri Bakanı Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu 24 Ağustos 2012’de yaptığı açıklamada Suriye’deki iç savaş ve Esed’e ömür biçerek, “Bu süreci artık yıllarla değil, aylarla veya haftalarla ifade etmek gerekir...” beyanatı verdi. Fakat o günden bugüne maalesef ne “sıfır problem”, ne de ömür biçilen Beşşar Esed’e dair hiçbir gelişme yaşanmadı.

Suriye’de olaylar patlak verdiğinde ilk aşamada açıktan tavır almayan, bir süre sonra ise rejim karşıtlarına destek veren Türkiye’ye karşı Suriye’nin de politikası değişti. Suriye’deki iç savaşta Türkiye’nin Beşşar Esed karşıtlarını desteklemesi nedeniyle siyasi ve diplomatik ilişkilerin yanında iki ülke arasındaki ekonomik ilişkiler de kesildi. 2009’da ortak Bakanlar Kurulu düzenleyen, siyasi, iktisadi ve toplumsal mutabakata hız veren Türkiye ve Suriye hattında gerilim tırmanmaya başladı. ABD, Avrupa, Türkiye ve muhalifler bir tarafta, rejim güçleri, Rusya, İran, Çin diğer tarafta yerlerini aldı.

Suriye’deki iç savaşı fırsata çevirmek isteyen Rusya ticari ilişkilerinin yanında Akdeniz’e inme hayalini hayata geçirmek için harekete geçti. Suriye’de kurduğu Tartus Deniz Üssü ile sahadaki yerini aldı.

*

Suriye’de bu gelişmeler yaşanırken İsrail sinsi planlarını birer birer devreye sokmaya başladı.

Bölgede enerji zenginliği kadar su kıtlığı da önemli bir sorun kaynağıdır. İsrail su gereksiniminin yaklaşık yüzde 40’ını yeraltı kaynaklarından sağlamaktadır. Bu kaynakların önemli bölümü de Golan Tepeleri’nde bulunmaktadır. İsrail fırsat bu fırsat deyip Golan Tepeleri’ni işgal ederken, diğer taraftan hamisi ABD ile Kudüs’ü başkent ilan etti.

Suriye’deki iç savaşın her geçen gün şiddetlenmesiyle Türkiye’nin Suriye sınırında ciddi bir güvenlik açığı oluştu ve Türk toprakları teröre açık hale geldi. Suriye’deki kanlı çatışmalar sonrasında sık sık gündeme getirilen “uçuşa yasak bölge”, “tampon bölge”, “güvenlik koridoru” gibi öneriler tam olarak hayata geçirilemedi.

ABD’nin hem Irak’ın hem de Suriye’nin kuzeyinde PKK, PYD/YPG’ye 25 bin TIR ve kargo uçağı dolusu mühimmat ve silah desteğini her türlü açık etmesiyle birlikte büyük bir gerilim açığa çıktı. Bunun üzerine Türkiye Rusya ile yakınlaşıp S-400 füzeleri için anlaşma yaparak hava savunma sistemini güçlendirme hamlesini yaptı. Bütün olay ve gelişmeler (29 Nisan 2011’de Suriye’den ilk göç dalgası, 11 Mayıs 2013’de Hatay’ın Reyhanlı ilçesinde başlayan canlı bomba saldırıları, 28 Mayıs 2013’de startı verilen Taksim Gezi olayları, 2016’da tam 17 kez patlatılan seri “canlı bomba” cinayetleri, 15 Temmuz 2016’dadarbe girişimi, FETÖ elebaşısının iade edilmemesi, Papaz Brunson Davası, 24 Haziran 2018’de başkanlık sistemine geçiş sürecinde Türkiye patates ve soğanla başlayan ve dövizle devam eden ekonomik operasyonlar, Rusya’dan S-400 alımı, Halk Bankası Davası, CAATSA yaptırımları, sözde Ermeni Soykırımı’nın tanınması Türkiye’ye diz çöktürme operasyonlarından sadece bir kısmı) analiz edildiğinde ABD ve Türkiye “stratejik ortaklık”tan örtülü bir savaş haline evrildi.

Tehlikenin büyüklüğünü, ABD’nin niyet ve maksadını anlayan Türkiye, Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı ve Barış Pınarı Harekâtları’yla güneydeki sınır boyunca PKK, PYD/YPG marifetiyle oluşturulması planlanan terör koridorunu engelledi. Arz-ı Mevûd hayaliyle yanıp tutuşanların kirli planları bozuldukça azgınlıkları daha da arttı.

Suriye’deki iç savaş ve zulüm arttıkça Türkiye göç akınlarına maruz kaldı. Göç dalgası Gaziantep’ten Şanlıurfa’ya, Hatay’dan Adana’ya, Mersin’den Kilis’e, Bursa’dan İzmir’e, Kahramanmaraş’tan Mardin’e öyle bir büyüdü ki, sayıları 3 milyon 657 bine ulaştı. Memleketlerindeki iç savaş sebebiyle travma yaşayan ve “geçici koruma statüsünde” misafir edilen mültecilerin bu süre içerisinde, 450 bin bebeği dünyaya geldi. (Gayriresmî rakamlar bu sayının daha fazla olduğunu ifade ediyor.) 40 milyar dolardan fazla para harcandı. Her şeyden önemlisi bu büyük göç dalgalarıyla birlikte Türkiye’nin demografik yapısı büyük değişime uğradı.

***

Problemler arttıkça, yeni göç dalgaları tehdidi çoğaldıkça mesele sık sık tartışılmaya, yazılıp çizilmeye başlandı. Bu çerçevede Mehmet Ali Güller, Kırmızı Kedi Yayınları arasında çıkan “Tampon Ülke-Emperyalizmin Göç Stratejisi” isimli kitabında hem Türkiye, hem göçmenler, hem de iyi komşuluk yararına çözüm perspektifi oluşturmak için gayret etmiş...

Kitapta ucuz iş gücü boyutundan sporda başarı için milli forma giydirilen göçmenlere, emperyalizmin göçe karşı tampon oluşturma politikalarından etnisite problemlerine kadar bir çok konu enine boyuna irdelenmiş... “İnsanın tarihi, aynı zamanda göçün tarihidir” ifadesini kullanan yazar Güller, göçün oluşum ve dönüşümüne dair tarihsel verileri aktarmış...

Eserde ayrıca Afrika’dan başlayan ilk göç hikâyesinden göçebe-çiftçi mücadelesine, kavimler göçünden göçmen, sığınmacı, mülteci kavramlarının derinlemesine analizine ve göç konusunda pek çok ülkede 150 yıldır geliştirilen teorilere yer verilmiş...

Güller, bu bilgiler ışığında yakın tarihte Türkiye’nin maruz kaydığı göç dalgalarının sebep ve açtığı tahribatı her yönüyle ortaya koymuş...

*

10 yıl boyunca 81 vilayete yayılan ve resmi 3.6, gayri resmi 5 milyon Suriyelinin tamamını ülkesine artık geri döndürmek artık neredeyse imkânsız gözükmektedir. Çünkü 2011’de Türkiye’ye göç eden ailelerin burada doğan ve 9-10 yaşlarına gelen çocukları, pratikte artık kültürel olarak Suriyeliden çok Türkiyeli kimliğine büründü. Göç, büyük bir problemdir ancak bu problemde emperyalist ABD ve AB politikalarını değil de göçmenleri hedef almak hem insani hem de çözüm odaklı değildir. Emperyalist ABD Irak’ı, Afganistan’ı işgal etmese, Suriye’yi bölmek üzere bu ülkeye Atlantik baskı uygulamasa Türkiye’nin Iraklı, Suriyeli ve Afganlı göç problemi olmayacaktı. Bu nedenle göçün birinci nedeni emperyalist politikalardır.

Suriyelilerin Türkiye üzerinden Avrupa’ya geçmemesi için ABD-AB emperyalizmi, Türkiye’yi “tampon bölge” olarak kullanmaya çalışmaktadır. “Geri Kabul Anlaşması” bu anlamda Türkiye’yi tampon ülke yapma anlaşmasıdır. Türkiye’nin Suriyeliler için tampon olması karşılığında sağlanan fon, maliyetin yüzde 10’unu bile karşılamamaktadır.

*

Göç probleminin ekonomi-politiği ise ayrı bir yaradır. Türkiye’nin egemen sınıfı, göçmenleri ucuz işgücü ve Türk işçisini tehdit aracı olarak görmektedir. Büyük, orta ve küçük pek çok işletmede göçmenler kayıtsız, sigortasız ve asgari ücretten düşük ücretle çalıştırılmaktadır. Bu egemen sınıf, sigorta, asgari ücretten fazla maaş, sendika isteyen Türk işçisine “alternatifin var” kozunu kullanmaktadır.

Diğer taraftan kimi siyasiler ise, “Suriyelileri gönderirsek ekonomi çöker...” tezi ise acı gerçeğin başka bir yönünü işaret etmektedir. Bu ucuz işgücüne dayalı sömürünün itirafıdır. Bu anlamda Suriye’nin emperyalist saldırılardan kurtuluşu, aynı zamanda Türk işçi sınıfını da rahatlatacaktır. Göç problemi, sağlıklı bir şekilde çözülemezse, ileride sosyolojik yeni problemlere yol açacak ve istenmeyen daha büyük problemleri doğuracaktır.

*

6 milyona ulaşan göçmen/sığınmacı varlığı, ekonomisi zorda olan 83 milyonluk bir ülkede ciddi problemdir; meseleye ister insan hakları gözlüğüyle, isterseniz milliyetçi gözlüğüyle bakın sonuç değişmez. İşsizliğin çığ gibi arttığı, asgari ücretin yoksulluk sınırının altında olduğu, borcun borçla çevrildiği bir ülkede, nüfusun yüzde 7’sine ulaşmış bir göçmen varlığı çok ciddi bir problemdir. Daha büyük problemlerin ortaya çıkmaması, yabancı karşıtlığının oluşmaması, problemin kırılmaya ramak kalmış bir fay hattına dönüşmemesi için hızla çözüm gerekmektedir. Haliyle bu durum “çözüm ama nasıl” sorusundan önce “çözüm ama kiminle” sorusunu önümüze koyuyor.

İktidar tarafından büyüklüğü kestirilemeyen göç dalgaları yoğunlaştıkça Türkiye, Avrupa’nın istilasını önleyen bir tampon ülke haline geldi!.. Türkiye eskiden Afrika’dan, Asya’dan ve Ortadoğu’dan Avrupa’ya ulaşmak isteyen göçmenler için bir transit geçiş ülkesiydi... Fakat 16 Aralık 2013 tarihinde “Geri Kabul Anlaşması”nın imzalamasıyla birlikte Türkiye emperyalistler tarafından aldatıldı. Atlantik’in Suriye’de başlattığı iç savaş tezgâhı, ciddi bir göç sorununu oluşturmaya başlamıştı ve Avrupalı emperyalistler ABD ile birlikte çıkardıkları bu problemin sonucuyla karşılaşmamak için Türkiye’yi oyuna getirdi.

*

Türkiye, Suriyeli göçmen problemiyle cedelleşirken 14 Haziran 2021’de Afgan göçmen krizi devreye girdi. ABD ve NATO 20 yıllık işgalin sonunda Afganistan’dan tamamen çekilmeye başladı. Taliban yönetime el koydu. ABD ve NATO’nun geri çekilmeye başlamasıyla 14 Haziran’dan sonra Türkiye’ye Afgan göçü akını başladı. Gelenlerin büyük bir kısmı gençti, yanlarında kadın ve çocuk yoktu, hatta bavulları bile yoktu.

Neden?..

Çünkü ABD Dışişleri Bakanlığı’nın 2 Ağustos 2021’de açıkladığı “Öncelik 2” kategorisi ortaya koydu ki, ABD, “Mülteci Kabul Programı” çerçevesinde 20 yıldır kendisiyle işbirliği yapan Afganları kurtarmaya çalışıyordu. ABD bu amaçla işbirlikçilerine Türkiye’yi işaret etti; Türkiye’ye gelmeleri halinde “hem Türk hükümetine hem de BM Mülteciler Yüksek Komiserliği’ne kaydolma fırsatına kavuşacaklarını” ilan etti. Kısacası Washington, kendi işbirlikçileri için Türkiye’yi “bekleme odası” olarak işaret etti.

Taliban’ın Afganistan yönetimine gelmesiyle birlikte İngiltere tarafından dillendirilen “Türkiye mülteci merkezleri” söylemi Guardian ve Mail on Sunday gazetelerinde köpürtüldü. Bu gelişmeler üzerine tepkiler çığı gibi büyümeye başladı. Gelen tepkiler üzerine siyasiler tarafından peş peşe “Türkiye Avrupa’nın mülteci ambarı değil” açıklamaları geldi.

*

Peki ABD ve AB’nin emperyalist politikalardan kaynaklanan bu göç problemini nasıl çözeceğiz?..

-Türkiye’nin en acil problemi, mevcuda çözüm bulmaktan önce, yeni göç akışını kesebilmektir. Bunun da nihai çözümü sınırlara “duvar örmek” değil; komşu ülkelerle işbirliği yapabilmektir.

-Türkiye’deki Suriyelilerin sayısının resmi olarak 3.6 milyon olduğu fakat gayri resmi olarak 5 milyon olduğu belirtiliyor. Türk devleti, hızla 81 ilde bu kayıt dışı Suriyelileri belirleyerek kayıt altına almalıdır. Bu hem göçmen emeğinin yasadışı kullanımını kesmek, hem kontrolü elde tutmak, hem de şartlar oluştuğunda vatanlarına gönderilecek göçmenlere hızla ulaşabilmek açısından kritik önemdedir. Bunların bir kısmının hücre evler kurduğu göz ardı edilmemeli...

-Türkiye’de bugün iktidar değişse ve yarın göç problemini çözmeyi önüne birincil iş koyan bir parti iktidar olsa bile, 6 milyon göçmenin varlığı düşünülürse, problem aylar içinde değil, ancak birkaç yıl içinde çözülebilecektir. Bu sürecin sıkıntı yaşanmadan atlatılabilmesi için göç konusunda sıkı bir “devlet politikası” oluşturulmalıdır.

-16 Aralık 2013 tarihinde AB’yle imzalanan “Geri Kabul Anlaşması” da, 20 Mart 2016’da imzalanan “Yeni Düzensiz Göçmenlerin Geri Kabul Anlaşması” da Türkiye’yi “göçmen deposu” haline getirdi. Bu anlaşmalara son verilmelidir.

Mevcut Suriyeliler nasıl gönderilecek?..

Zorla sınır dışı, insani bir çözüm değildir. Sonraki yıllarda başka problemleri beraberinde taşır. Bu durumda mevcut Suriyelilerin -en azından bir bölümünü- ikna ederek ülkelerine gönderme dışında başka bir şansımız yok. Türkiye’nin Suriye’ye komşu bölgesi ile Suriye’nin Türkiye’ye komşu bölgesi bir “Ekonomik İşbirliği Bölgesi”ne dönüştürülmelidir... Peki “ortak ekonomi alanı” için gereken finansman nasıl karşılanacak? Türkiye ve Suriye’nin bunu finanse etme imkânı ve ihtimali çok zayıftır. Fakat Avrupa’nın kendi şehirlerine gelecek Suriyelilerin böylesi bir “ortak ekonomi alanı”na dönmesinde büyük kârı vardır. Böylesi bir proje için Avrupalıların da desteğiyle Dünya Bankası’ndan da finansın bir bölümü temin edilebilir.

***

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Birleşmiş Milletler 76. Genel Kurulu çalışmalarına katılmak için New York’ta. Erdoğan bir dizi temastan sonra yarın BM Genel Kurulu’nda Terörizm, İklim Değişikliği ve Göç problemlerini dünya gündemine taşıyacak. “Sadece beş ülkenin bütün dünyanın kaderini etkileyecek konularda karar vermesi ne ahlâkî ne adildir. Dünya beş ülkeden büyüktür” doktrinini bir kez daha haykıracak.

***



TÜRKİYE’NİN MARUZ KALDIĞI BÜYÜK GÖÇ DALGALARI

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından bu yana göç dalgaları hiç hız kesmedi. 1922 ve 1938 yılları arası Yunanistan’dan 384 bin kişi, 1923 ve 1945 yılları arası Balkanlar’dan 800 bin kişi, 1933 ve 1945 yılları arası İkinci Dünya Savaşı sebebiyle Almanya’dan 800 kişi, 1988’de Irak’tan 51 bin 542 kişi, 1989’da Bulgaristan’dan 345 bin kişi, 1991 yılında Körfez Savaşı sonrası Irak’tan 467 bin 489 kişi, 1992 ve 1998 yılları arası Bosna’dan 20 bin kişi, 1999’da Kosova’dan 17 bin 746 kişi, 2001’de Makedonya’dan 10 bin 500 kişi ve Nisan 2011 ve Temmuz 2019 dönemi arası Suriye’deki iç savaş sebebiyle 3 milyon 657 bin kişi topraklarımıza göç etti. Topraklarımızda yaşayan yabancıların toplam sayısı 5 milyonu geçti.

Son yıllarda “ikamet izni” ile Türkiye’de yaşayan yabancı sayısında adeta patlama yaşandı.

İçişleri Bakanlığı Göç İdaresi Genel Müdürlüğü verilerine göre, 2019 yılında Türkiye’de ikamet izni bulunan yabancı sayısının 938 bin 482’ye çıktı. Bu rakam 2018 yılında 856 bin 470 iken 2017 yılında da 593 bin 151 olarak kayıtlara geçti. “İkamet izni” ile Türkiye’de bulunan yabancılardan da ilk sırayı 104 bin 444 kişiyle Irak’ın aldığı görüldü. Irak’tan sonra ise 99 bin 643 yabancı ile Suriye’nin ikinci sırada yer aldı. İlk 10’un içinde yer alan diğer ülkeler ise Türkmenistan, Azerbaycan, İran, Afganistan, Rusya, Özbekistan, Mısır ve Kırgızistan oldu. Türkiye’deki ikamet eden yabancı sayısı 2019 yılında 938 bin 482’ye çıktığı çıktı.

****



“ERKENDEN SEÇİM”İN İŞARET FİŞEĞİNİ BİDEN ATTI!..

“Bence daha önce yaptığım gibi onlarla doğrudan temasa geçip Erdoğan’ı yenecek duruma gelmeleri için hâlâ var olan Türk liderliği unsurlarından daha fazla verim almalı ve onları güçlendirmeliyiz. Darbe ile değil, seçimle. Peki biz ne yapıyoruz? Burada oturup boyun eğiyoruz...” sözleri kime ait? ABD Başkanı Joe Biden’e.

ABD Başkanı Joe Biden göreve geldikten sonra ana muhalefet partisi CHP’nin Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu “dostları”yla saflarını sıkılaştırmaya, beraber hareket etmeye başladı.

Hiç gündemde yokken birdenbire “erkenden seçim” için start verildi. Kılıçdaroğlu ve “dostları” Merkez Bankası’daki “128 milyar dolar nerede?..” polemiğiyle başladıkları propagandayı “3 milyon 600 bin Suriyeli göçmeni 2 yıl içinde ülkelerine geri gönderme sözü”yle zirveye çıkardı.

*

Pandemi...

Küresel ısınma ve kuraklık...

“Yeşil Vatan”da meydana gelen orman yangınları...

Karadeniz ve Doğu’yu mâteme boğan sel felaketleri...

Bir türlü durdurulamayan gıda zamları...

Zirve yapan işsizlik rakamları...

Fırlayan kira fiyatları...

Problem mi, problem. Kılıçdaroğlu ve “dostları” bu ağır problemlerin altından kalkabilir mi?.. Bu sorunun cevabı “her şey güzel olacak” diyerek devraldıkları belediyelerde...

Kaynakçalar: -Barış Doster, Irak, Suriye ve İran’ın Türkiye Politikaları, OrtadoğuAnaliz, Sayı: 57. / -Mithat Işık, Oyun İçinde Oyun, Stratejik Düşünce Enstitüsü.