Türkiye karşıtı bloku dağıtacak hamle
Türkiye Cumhuriyeti,
Gazi Mustafa Kemal Atatürk önderliğindeki kuruluşundan bu yana her zaman
“barışçıl politikalar” içerisinde olmuştur. Yüce Allah’ın
gönderdiği Kur’an-ı Kerim’de ve onun Peygamberi Hz. Muhammed’in
birçok Hadis’inde savaşın “son çare” olarak görülmesi gerektiği
telkin edilmiştir.
Atatürk’ün kurduğu
Türkiye Cumhuriyeti’nin temel prensibi Yurtta Sulh Cihanda Sulh anlayışı
da bu özdedir.
Bu anlayış nedeniyle
kuruluştan birkaç yıl sonra Yunanistan ile dostluk geliştirebilecek
noktaya gelindi, Hatay meselesinde diplomasi iyi kullanılarak sonuca
ulaşıldı, Musul konusunda uluslararası hukuktan doğan tüm hakların takipçisi
olundu.
Atatürk sonrasında
da, “İkinci Dünya Savaşı’na dâhil olunmalı ve kaybedilen topraklar bu yolla
geri alınmalı” taleplerine kulak tıkanarak her zaman diplomatik çözümlere
öncelik verildi.
Kore’de
çatışmaların sonlandırılması için diplomatik yolların tükenmiş olması
Türkiye’nin bu çatışmaya taraf olmasına imkân verdi.
Kıbrıs’ta soydaşlarımıza
yıllar boyunca yapılan “katliamlar” diplomatik zeminde sonlandırılmaya
çalışıldı. Diplomasinin yetmediği yerde ise Kıbrıs Barış Harekâtı ile
Türkiye’nin, hakları için tüm dünyayı karşısına almaktan çekinmeyeceği “açıkça”
gösterildi.
Şimdi Doğu
Akdeniz’de de benzer bir süreç yaşıyoruz. İletişim Başkanı Fahrettin
Altun geçtiğimiz gün Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı tarafından
gerçekleştirilen “Uluslararası Doğu Akdeniz Konferası”nın açılış
konuşmasında “Sesi en çok çıkanın her zaman haklı olmadığını iyi biliyoruz.
İşte bu yüzden Türkiye, Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın
liderliğinde, her zaman diplomasiden yana olmuştur.” diyerek Türkiye’nin bu
tarihi yaklaşımını bir kez daha hatırlattı.
Altun’un “Doğu Akdeniz meselesini ikili bir anlaşmazlığa indirgeme
çabalarına rağmen bu sorunun sadece Türkiye ve Yunanistan arasında olmadığı
açıktır.” ifadesi ise benim bugünkü yazımda değinmek istediğim asıl konu.
Türkiye’nin bölgesinde
artan gücünden rahatsız olan İsrail, bölgedeki devletlerin küçük
parçalara ayrılması politikasına tehdit olarak gördüğü Türkiye’nin gücünü “dengelemek”
için sahaya birçok oyuncunun çekilmesini sağladı.
Birleşik Arap Emirlikleri’nin dâhil olması ile başlayan süreç Mısır ile devam etti. Türkiye’nin
pozisyonunun, Libya ve Yemen’de istedikleri aşamaya geçmelerini
engellemesi ABD, Rusya ve Fransa’nın da sahaya çekilmesine
imkân verdi.
AB üyesi olan GKRY
ve “Enosis” hayalinden dolayı ona destek veren Yunanistan’ın,
Doğu Akdeniz ve Ege Denizindeki çabaları sonucu AB’nin de dâhil olduğu Türkiye’ye
karşı büyük bir “blok” oluşturuldu.
Geçtiğimiz gün, Türkiye’nin
tezlerinin haklılığını görmezden gelen blokta büyük bir çatlama oldu.
ABD’nin Ankara Büyükelçiliği tarafından önemli bir açıklama yapıldı.
Merkezden yapılacak
bir açıklama yerine Büyükelçiliğin sosyal medya hesabından yapılan bu
açıklamada; Türkiye’ye karşı ortaya koyulan tezlerin dayandırıldığı Sevilla
Haritasını’nın “hukuki bir bir önemi olmadığı” söylendi. Ayrıca, AB’nin
Sevilla Haritasını “hukuki bağlayıcılığı olmayan bir belge” olarak
değerlendirdiğinin de görüldüğü vurgulandı.
Bu açıklama Türkiye’nin
haklılığı itiraf edildi.
Türkiye’nin
haklılığının bilinmesine rağmen bu kadar “cılız” bir sesle bu haklılığın
“tescil” edilmesi İsrail’in rahatsızlığından korkulmasından dolayıdır.
Türkiye’nin önünde
çok önemli bir fırsat var. Doğu Akdeniz’de Türkiye karşısındaki bloğu domine eden
İsrail’e karşı bir hamle olarak; 1978’de bir devlet olarak tanıdığımız Filistin
ile 1967 sınırları üzerinden deniz yetki alanlarının belirlendiği bir Münhasır
Ekonomik Bölge anlaşması yapmalı.
Konferansta böyle
bir anlaşmanın yapılıp yapılamayacağını Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Gülnur
Aybet’e sordum. Aybet, “Türkiye, Filistin ile anlaşma yapmaya sıcak
bakıyor” cevabını verdi.
Vakit kaybetmeden bir an önce “Görüşmelere başlandı” açıklaması yapılmalı. Sadece görüşmelerin başlaması bile Türkiye’ye karşı bloğun dağılmasını sağlayacaktır.