Dolar (USD)
32.51
Euro (EUR)
34.84
Gram Altın
2435.33
BIST 100
9766.83
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE


Yazma aşkına...

İlm kesbiyle pâye-i rif’at

Arzû-yı muhâl imiş ancak

Aşk imiş her ne var âlemde

İlm bir kıyl ü kâl imiş ancak

(Fuzûlî)

Okumak, bir insanı doldurur; konuşmak onu hazırlar yazmak ise olgunlaştırır, der Francis Bacon.Fesleğenlerin henüz sinekleri kovamadığı, tarihi atılmamış zamanlarda önce sessizlik vardı... Sessizlikler sese büründü sonra. Ve sesler, kelimelere… Ardından kelimelerin sembollere büründüğü yıllar... Yazıyla birlikte metafizik maceramız başlayıverdi birden. İnsan gerçeküstü zaman ve gerçeküstü mekanlara yolculuk etti yazı sayesinde. Yazı, sanata metafizik bir nüans vererek zaman ve mekânın dışına çıkardı onu. Bu mekân, kimsenin kelimelerle ifade edemeyeceği ama yazılan her bir satırla varlığını sürdürmeye ve yaymaya devam edebileceği o güvenli limandı. Yazmak, yeni ve tılsımlı bir dünya oluşturmaktı ve burada yazar hem efendi hem köle idi. Sonra bu dünyada kimler yaşar, neler olup biter, yazar anlatmazsa kimse bilemez, yazar tasvir etmezse kimse göremez idi. Yazın dünyasında “yazmak” bir insanlık ödeviydi. Bu ödevin sorumluları ise, insanlığın ilim, irfan binasına bir tuğla da ben koyayım, kaygısını taşıyanlardı. Yazmak kaleme müptela ve kâğıda sevdalı olmaktı. Yazmak, azınlık olmayı göze almaktı. Yazmaya yönelenler, kalabalıklar arasında azınlığın bir üyesiydi.

Yazmak seçmekti. Hiç seçenek yoksa bile kendi seçeneklerini oluşturmaktı. Yazmak bir mantık ve bir hesap işiydi bu dünyada. Bir güne kaç gece sığar ve geceler acılarla doğru orantılı mıdır? Ölüm nerde etkisiz elemandır? Hesaplamadan olmazdı. Sonra yazmak, sorumluluk ve dert sahibi olabilmekti. Yaptığı işi bütün mevcudiyeti ile, hayatı ve varlığı ile o işe bağlıymış gibi yapmaktı. Dicle’nin öteki yakasında kuzuyu kapan kurdun sorumluluğunu vicdanında hissetmek ve bunu hakikat aşkıyla kaleme almaktı o dünyada yazmak. Sonra dava adamı olmaktı yazar olmak. Davası büyük olan lakin büyüklük davası olmayan, hedefi büyük olan lakin hedefe giderken doğru yoldan sapmayan ve şeytana “eyne’l-mefer” dedirten kişiydi yazan adam. Sonra, pek çok kimseye göre büyük görünen küçüklüklerden sıyrılmış ve ete, kemiğe bürünüp “Yunus” diye görünmüş, tüm büyüklükleri şahsında toplamış bir gönül eriydi o limanda yazar olmak.

Herkes çeşitli çizgiler çizebilir; fakat bu çizilenler Van Gogh’un elinden çıkmışsa şaheser olur. İnsanlar, yazmak için kalemi ellerine alabilirler; fakat içlerine dolan ilham damlacıklarını bir coşku pınarına çevirmek, bu sanatın kurallarını bilmekle mümkün olur. Yazmak, doğuştan gelen bir yetenek midir sizce? Elbette ki hayır. İstanbul’da bir yayın evinde çalışırken bir hanımefendi, yazarlık konusunda fikir almak için gelmişti bize. Bana, yazar olmak istediğini söyledi. Tebessüm ettim. Yazarlık fakültesi kurulduğunu ben bilmiyordum! Yani okul okumak, yazar olmak için yeterli değildi. Unutulmamalıdır ki yazar, ideal okurun ta kendisidir. Masanın üzerinde boş bir sürahi vardı, bu sürahide su olmasa siz bardağa bir şey boşaltabilir misiniz? diye sordum. Bayan: İstediğim cevabı verdi. “Tabiî ki de hayır” Öyleyse dedim, “Siz de bilgiyle dolmadan iyi bir yazar olmayı hayal etmeyin. Bu dolmak sıradan bir dolmak da değildir. Peyami Safa’nın ifadesiyle, kitapla okuyucunun zekâsı evlenmeli ve mahsul vermelidir. Bir kitap yazmak için belki de bir kitaplık dolusu kitap okumak gerek.” Zaman zaman, kolejlerde imza günleri düzenleyen sözüm ona yazarlarla karşılaşıyorum. Hasbe’l-kader yazdıklarına baktığım vakit, zihnim çatlayacak, kalbim patlayacak gibi oluyor. Bu genç dimağları bu sefil yazılar mı besleyecek diye hayıflanıyorum. “Yazma yeteneğimin olmadığını anlamam için on beş yılın geçmesi gerekti. Ne yazık ki kendimi yazmaktan alıkoyamadım.” der Robert Benchley.

Yazma aşkına... Öyleyse yazmayı bilmek için okumayı, okumayı bilmek için de o dünyada yaşamayı bilmemiz gerekmez mi?