ABD’nin Pragmatizmi, SDG ve Suriye’de Daralan Alan

Suriye sahasında yıl sonuna yaklaşılırken, 10 Mart mutabakatının uygulanma süreci kritik bir eşikten geçiyor. Mutabakat, Fırat’ın doğusundaki sivil ve askeri yapılanmaların yıl sonuna kadar yeni devlet düzenine entegre edilmesini öngörüyordu. Ancak gerçekleşen görüşmeler, bu hedefin oldukça gerisinde kaldı.

SDG Genel Komutanı Mazlum Abdi, örgütün üç tümen ve iki özel tugay şeklinde yeni orduda yer almasına yönelik bir mutabakat olduğunu tekrarlasa da Şam yönetimi hâlâ somut bir uzlaşı sinyali vermiş değil. Bu durum, SDG–YPG açısından siyasi güvencelerin giderek daraldığını ortaya koyuyor.

Washington’un Pragmatizmi

ABD’nin Suriye politikasında uzun süredir pragmatik bir çizgi hâkim. Washington, sahadaki çıkarları gerektirdiğinde müttefik yapılarını gözden çıkarabileceğini Irak ve Afganistan müdahalelerinde defalarca göstermişti.

Suriye’de ise 2014 yılı belirleyici bir kırılma noktası oldu. ABD, DEAŞ’ın yükselişini uluslararası kamuoyu nezdinde YPG’ye meşruiyet zemini oluşturmak için kullanmış, ardından YPG’ye hava desteği sağlayarak kuzeydoğudaki alan hâkimiyetini genişletmişti.

Ancak bu süreçte beklenen istikrar sağlanamadı; sahadaki birçok toplumsal kesim YPG’ye mesafeli kalınca Washington’un uzun vadeli hesapları tutmadı.

HTŞ’nin Yükselişi ve Değişen Denge

8 Aralık’ta sahada dengeleri değiştiren kritik bir gelişme yaşandı. HTŞ ve ona bağlı silahlı grupların Şam çevresindeki hâkimiyeti genişletmesi, bölgedeki güç dağılımını yeniden şekillendirdi.

Bu durum, ABD’nin Suriye denklemine ilişkin yaklaşımını da etkiledi. Washington, önceki yıllarda terör örgütü olarak nitelendirdiği HTŞ’ye yönelik söylemini yumuşatırken, sahadaki fiilî güç dağılımını göz önüne alarak daha pragmatik bir pozisyona yöneldi.

HTŞ lideri Ebu Muhammed el-Culani’nin uluslararası meşruiyet arayışını güçlendiren gelişmeler—BM Genel Kurulu’na katılım izni, bazı listelerde yapılan teknik düzenlemeler ve Amerikan diplomatik kanallarıyla temaslar—SDG’nin Washington’daki ağırlığını daha da azalttı.

Mazlum Abdi’nin İsrail Üzerinden Mesajları

SDG açısından daralan bu alanda Mazlum Abdi’nin mesajlarını doğrudan Washington’a değil, İsrail basınına vermesi dikkat çekti. Abdi’nin açıklamalarının Jerusalem Post’ta yayımlanması, SDG’nin ABD’deki karar alıcıları etkilemede “İsrail faktörü”nü merkezi bir araç olarak gördüğünü gösteriyor.

Abdi, SDG’yi “İsrail için güvenilir ortak” olarak konumlandırmaya çalışsa da, HTŞ’nin sahadaki yükselişi ve Washington’un önceliklerindeki değişim SDG’nin manevra alanını daraltıyor. Çünkü ABD’nin şu anki stratejik öncelikleri, İran karşıtı eksen ve İsrail ile normalleşme süreçleri üzerine kurulu.

Thomas Barak’ın Açıklamaları: Washington’un Resmî Çizgisi

ABD’nin Suriye Özel Temsilcisi Thomas Barak’ın açıklamaları, Washington’un resmi duruşunu net biçimde ortaya koyuyor. Barak’ın:

“Tek hükümet, tek ordu, tek bayrak”,

SDG’nin “Şam dışında gerçek bir alternatifi olmadığı”,

federal modellerin “Irak, Lübnan, Libya ve Balkan örneklerinde istikrar üretmediği”

yönündeki sözleri, entegrasyon sürecinin ABD açısından vazgeçilmez bir temel prensip olduğunu gösteriyor.

Temmuz ayında kısmi bir “ademi merkeziyetçi çözüm olabilir” sinyali verse de, Barak son haftalarda yaptığı Abu Dabi ve Dohuk konuşmalarında yeniden merkezi yönetim vurgusuna dönerek çizgisini netleştirdi. Bu da SDG’nin Washington’dan beklediği siyasal güvencenin giderek eridiğine işaret ediyor.

Sonuç: Daralan Bir Manevra Alanı

Suriye sahasında yıl sonu yaklaşırken SDG’nin entegrasyon süreci tıkanmış durumda. ABD’nin pragmatist politikaları, çıkarlar gerektirdiğinde SDG’den vazgeçilebileceğini bir kez daha gösteriyor.

HTŞ’nin yükselişi, İsrail’in bölgesel konumunun Washington politikalarında belirleyici hale gelmesi ve ABD’nin Suriye’de önceliklerini yeniden tanımlaması, SDG’nin alanını ciddi biçimde daraltıyor.

Mazlum Abdi’nin İsrail basını üzerinden verdiği mesajlar, bu daralan alanı zorlayarak yeniden açma girişimi olarak okunabilir; ancak mevcut tablo, SDG’nin Washington’daki ağırlığının azaldığına ve Şam ile doğrudan bir siyasi uzlaşı arayışının giderek kaçınılmaz hâle geldiğine işaret ediyor.