27 Aralık Cumartesi günü, İstiklal Şairimiz Mehmet Âkif Ersoy’un vefat yıl dönümü dolayısıyla Türkiye’nin birçok yerinde, özellikle de Ankara’da çeşitli resmî ve sivil anma programları düzenlenecek. Bu programların merkezinde yine Taceddin Dergâhı olacak. Mehmet Âkif’i anma geleneğinin Türkiye Yazarlar Birliği ile özdeşleşmiş olması tesadüf değil; bu alandaki öncü gayretleriyle merhum D. Mehmet Doğan’ı da rahmetle anmak gerekir. Aynı hassasiyeti gösteren sivil toplum kuruluşlarına da şükran borçluyuz. Bu vesileyle biz de bu haftaki yazımızda Mehmet Âkif’i ve Taceddin Dergâhı’nı yeniden hatırlamak istedik.
Ankara’nın merkezinde, rüzgârın taş duvarlara dokunarak geçtiği mütevazı bir semt vardır. Üzerinde küçük ama anlamı büyük bir mekân olan Taceddin Dergâhı durur. Bugünlerde ziyaretçileri hiç eksik olmayan bu yapı, bir zamanlar yalnızca tek bir misafirin nefesiyle doluydu. Mehmet Âkif’in.
İstanbul’un işgal altındaki karanlığından, Özbekler Tekkesi’nin yardımıyla Anadolu’ya geçen Âkif, Ankara’ya geldiğinde bir konakta ya da makamda değil, bir dergâhta kalmayı tercih etti. Çünkü onun gözünde asıl mevki, insanın başını secdeye koyduğu yerdi. Taceddin Dergâhı böylece yalnızca bir barınak değil, İstiklal Harbi’nin manevî merkezlerinden biri ve Âkif’in iç dünyasındaki mücadelenin de sahnesi hâline geldi.
Bu dergâhın duvarları sadece bir şairi değil, bir milletin derdini dinledi. Bir bahar sabahıydı. Şadırvandan su sessizce akıyor, bahçedeki çiçekler sanki bir yas hâlinde eğiliyordu. Kuşlar ötüyordu ama Âkif onları duymuyordu. Çünkü o sabah Bursa’nın işgal edildiği haberi gelmişti. Osmanlı’nın ilk başkenti düşman çizmeleri altındaydı. Meclis kürsüsüne siyah örtü serilmişti. Bu matem, yalnızca bir şehrin değil, bir inancın ve bir tarihin yas tutmasıydı.
Âkif kalemi eline aldı. Kelimeler, bir çığlık gibi kâğıda döküldü. “Bülbül” şiiri böyle doğdu. Bu şiir ne sadece bir kuşu anlatıyordu ne de bir bahar tasviriydi. “Bülbül”, insanın içindeki sessizliği parçalayan bir feryattı. Her mısrasında yanık bir ses, bir dua, derin bir sitem vardı.
“Hayır, mâtem senin hakkın değil, mâtem benim hakkım!” derken, aslında milletin acısını kendi yüreğinde toplamıştı. Çünkü Âkif, kelimelerle mücadele eden bir dava adamıydı.
Taceddin Dergâhı, o günlerden sonra bir mabet kadar saygın, bir mektep kadar bereketli bir mekân oldu. Kapısı hiç kapanmadı. Kimi zaman ilahiler okundu, kimi zaman ilmî sohbetler yapıldı. Neyzen Tevfik’in nefesi, Hasan Basri Çantay’ın sesi bu mekânda yankılandı. Her musiki meclisinde gizli bir dua vardı. Zira Âkif için sanat, Allah’a yaklaşmanın bir yoluydu.
Yıllar sonra dergâhın bu anlamlı sessizliği, Âkif’in Mısır’daki gurbet sessizliğine dönüştü. Ama onun zihninde hep aynı sahne vardı: Taceddin’in avlusu, şadırvandan akan su ve susturulmuş bir bülbül… “Benim hakkım, sus ey bülbül; senin hakkın değil matem!” Bu söz, yalnızca bir şairin değil, bir milletin vicdanıdır.
Bugün Taceddin Dergâhı’nı ziyaret edenler sadece tarihî bir yapıyı görmez. Orada hâlâ yaşayan bir nefes, yankılanan bir dua, duyulmayı bekleyen bir kalem sesi vardır. Dikkatle dinleyenler belki şunu hisseder: Mehmet Âkif hâlâ oradadır; elinde kalemiyle, milletinin derdini yazmayı sürdürmektedir.
Not: 27 Aralık 2025 Cumartesi günü saat 14.00 de Ankara’da (TAK-VA) Tarımsal Kalkınma Vakfı’nda “Mehmet Âkif’le Adım Adım” başlığıyla Akif’in doğumundan vefatına kadar günlerini konuşacağız. Bekleriz…