Aklın yeni oyunları

Kapılar gıcırdıyor, kale duvarları titriyor! Binlerce yıldır insanoğlunun en korunaklı mabedi sandığı zihin, şimdiye dek hiç görmediği yeni bir oyunla, yeni bir güçle sarsılıyor. Hayal gücü; o en mahrem kalemiz, şairlerin ilham pınarı, kâşiflerin pusulası, bugün yapay zekânın parmak uçlarında adeta bir simyacı edasıyla yeniden yoğruluyor. Ve bu yeni oyunun hamleleri, nefeslerimizi kesiyor! Bu köşede defalarca tehlike çanları çaldım, uyardım; ama bugün, o “gerçek dışı hezeyan” ile “eşsiz yaratıcılık” arasındaki çizginin nasıl bu kadar inceldiğini, nasıl bir sis perdesi gibi aralandığını gördükçe, insan hem hayrete düşüyor hem de ürperiyor. Bir an bizi hayrete düşüren “sanrılarına” şüpheyle bakarken, bir sonraki an “dehasının” önünde saygıyla eğiliyoruz. Peki, bu baş döndürücü oyun nereye varacak? Bu sarsıntı, bizi yalnızca teknolojinin vardığı durağı değil, çok daha derinde, insan olmanın sırrını, bize özgü sandığımız o kutsal cevherin aslında ne olduğunu yeniden keşfetmeye mi zorluyor? Yoksa bu oyunun kuralları yeniden yazılırken, biz hayal gücü tahtımızı, farkında bile olmadan başka bir güce mi devrediyoruz?

Bu derin sorgulama yolculuğu, beni kaçınılmaz olarak insan aklının Everest’lerinden birine, matematiğin o görkemli ve bir o kadar da kışkırtıcı oyununa taşıyor. Ve tam da o zirvede, insanlığa kuantumdan bilgisayara nice armağanlar sunmuş üstad John von Neumann’ın o gizemli fısıltısı yankılanıyor: “Matematikte bir şeyleri anlamazsınız. Sadece onlara alışırsınız.” Durup bir düşünün! Bu, bir devin alçakgönüllülüğü mü, yoksa bizim “anlamak” dediğimiz şeye dair bildiğimiz her şeyi sarsan bir depremin ilk işareti mi? Eğer von Neumann gibi bir akıl bile bu muhteşem zihin oyununda “anlamak” yerine “alışmak” gibi sıradan bir kelimeyi seçiyorsa, acaba bizler, sadece matematiğe değil, düşünmenin kendisine, hatta bilincin doğasına dair ne kadar yanılıyor olabiliriz? Hangi gerçekleri gözden kaçırıyoruz?

Genellikle soğuk formüllerle, yanıp sönen ekranlarla ve korku salan sınavlarla zihnimize kazınan matematik, aslında bambaşka bir şeydir. O, kâinatın gizli melodisidir; bilim insanlarının evrenin destanını yazdığı, düşünürlerin görünmeyeni görünür kıldığı büyülü bir dil, derin bir akıl oyunu. Bir top hayal edin… tüm renklerini, desenlerini, dikiş izlerini silin zihninizden. Geriye ne kaldı? Pürüzsüz, kusursuz bir küre. İşte bu basit eylem, matematiğin ta kendisidir: Karmaşanın içinden özü çekip çıkarmak, onu ideal bir forma büründürerek sırlarına vakıf olmak. Peki, bu soyutlama oyunu, sadece bize mi ait?

İşte tam bu noktada, yapay zekânın o dijital rüyaları sahneye çıkıyor, oyun alanına yeni bir oyuncu giriyor. Milyonlarca imgeye, milyarlarca kelimeye von Neumann’ın dediği gibi “alışarak” bize yeni senfoniler, yeni tablolar sunuyor. Öyleyse sormak gerekmez mi: Bu ustaca taklit, bu istatistiksel alışkanlık, yarın öbür gün insanın “anlama” dediği o derin ve sancılı süreci de bu oyunun bir parçası yapabilir mi? Yoksa o insani kıvılcım, her zaman oyunun kurallarını değiştirecek bir hamle mi bulacak?

Bir müzisyenin parmaklarının tuşlarda nasıl bir büyü yarattığını düşünün. “İçimden geliyor” der. Ama o içten gelen sesin ardında, binlerce saatlik adanmışlık, gözyaşı, ter ve parmak uçlarında biriken sessiz bir bilgelik yatar. Matematikçinin sezgisi de farklı değildir. O “Sezgi”, aslında uzun yıllar süren bir aşinalığın, o dille oynanan oyunların bir meyvesidir. Tıpkı hepimizin dilindeki şarkılar gibi, aklımızı çelen matematik bulmacaları da vardır. Ama o dilin sırlarına erdikçe, notaların arasındaki o gizli armoniyi duydukça, hissettiğiniz şey keyfin ötesinde, neredeyse kutsal bir hayranlığa dönüşür.

Yapay zekâ, bu “alışma” oyununda bizden çok daha hızlı olabilir. Hayal gücünü bir fabrikaya çevirebilir. Ama insanın bu yeni oyundaki hamlesi ne olacak? Bizim hayalimiz ateşten gelir; bir amaç uğruna yanmaktan, dünyayı tüm hücrelerimizle hissetmekten, kendi varlığımızın bilincinde olarak düşünebilmekten beslenir. Yapay zekânın henüz ne bir arzusu, ne bir korkusu, ne de varoluş sancısı var. O, henüz bu oyunun farkında mı, yoksa sadece kuralları mı uyguluyor, emin miyiz?

İnsanın bu eşsiz konumu, bu yeni akıl oyunlarında ayakta kalmanın şifresini de fısıldıyor aslında: Belki de asıl mesele, en hızlı olmak ya da en çok bilmek değildir. Belki de von Neumann’ın işaret ettiği gibi, o düşünme biçimlerine alışmaktır; ama bu alışkanlığa ruhumuzdan bir damla katmaktır. Merak ateşini harlamak, bilinmezlikle dans etmek, “Neden?” diye sormaktan asla vazgeçmemek ve en önemlisi, o anlamamanın getirdiği tatlı sancıya kucak açmaktır. Çünkü zihnin en büyük keşifleri, çoğu zaman kafa karışıklığının sisli vadilerinde yapılır.

Son söze ithafen, sınavlar, skorlar, çıktılar… Hepsi bu oyunun geçici skor tabelaları. Ama geriye kalacak olan, soyut düşünebilen, kalbiyle soru sorabilen, örüntülerde evrenin müziğini duyabilen ve yol tıkandığında pes etmeyen bir zihin yapısıdır. Makinelerin hayal kurduğu, matematiğin ise bir alışkanlık gibi göründüğü bu yeni şafakta, en değerli sermayemiz; tüm korkularımızı geride bırakıp, düşüncenin bu hem kafa karıştırıcı hem de nefes kesici yeni ufuklarına, bu yeni oyuna katılma cesaretimiz olacaktır. Ufukta beliren bu yeni şafak, aydınlık bir geleceğin mi habercisi, yoksa gözlerimizi kamaştıracak, belki de kör edecek bir ışık mı? Cevap, sorduğumuz sorularda ve oynamaya cesaret edeceğimiz oyunlarda gizli. Bu yeni oyuna hazır mısınız?