Nasıl ki surelerin meallerine bakarken iniş sebeplerinin de bilinmesi de gerekiyorsa tefsirini bilmekte hepsinden daha faziletli ve Kur-an'ı anlamak ve anlatmak istediğini öğrenmek açısından o kadar önemlidir. Bu yeni başlayacağımız tefsir bölümünde 114 surenin de yapılan tefsirlerini sizlere sunmaya çalışacağız. Âl-i İmran Suresinin tefsiri nedir? İşte mübarek Müslümana yol gösterici Kur-an'ın Âl-i İmran Suresinin tefsirini haberimizde okuyabilirsiniz.
Âl-i İmran Suresi 1- 4. ayet
Elif-lam-mîm.
Allah; O'ndan başka asla ilah yoktur; hay ve kayyûmdur.
O sana kitabı, gerçeğin ta kendisi ve öncekileri doğrulayıcı olarak indirmiştir; daha önce insanlara doğru yolu göstermek üzere Tevrat ve İncil'i indirmişti; furkanı da indirdi. Bilinmeli ki Allah'ın ayetlerini inkar edenler için şiddetli bir azap vardır. Allah suçlunun hakkından gelen mutlak güç sahibidir.
Kur'an-ı Kerîm'in bazı sûrelerinin başında yer alan bu tür harflere "hurûf-ı mukattaa" adı verilir (bu konuda bilgi için bk. Bakara 2/1).
Cümleye ulu yaratıcının özel ismiyle başlanarak O'nun azametine ve tevhid inancının önemine dikkat çekilmiş, Allah'tan başka tanrı bulunmadığı kesin bir biçimde ifade edildikten sonra yüce Allah'ın daima diri ve ölümsüz (hay), evreni var eden, yaratılmışları gören gözeten, denetleyen mutlak varlık (kayyûm) olduğu belirtilerek, müşriklerin ve özellikle sûrenin ana konusunu oluşturan hıristiyanların ne kadar temelsiz ve tutarsız inançlara sahip oldukları ima edilmiştir. Zira daima diri ve ölümsüz olan, evreni çekip çeviren mutlak varlığa kulluk etmek dururken hayat belirtisi bile olmayan putlara tapmanın, "çocuk" yani yaratılmış olduğu kabul edilen, yiyip içen, hayatta iken işkenceye maruz kalan, düşmanlarından saklanma ihtiyacı duyan ve –hıristiyan inancına göre– öldürüldüğü kabul edilen Hz. Îsa'yı Tanrı saymanın ne kadar anlamsız ve tutarsız olduğu açıktır.
Bazı hadislerde "Allahü la ilahe illa hüve'l-hayyü'l-kayyûm" ifadesi, "ism-i a'zam" (Cenab-ı Allah'ın en büyük ismi) olarak nitelendirilmiştir (ayrıca bk. Bakara 2/255).
Yegane mabudun Allah olduğu hakikatinin vurgulanmasını takiben, bunun tabii bir sonucu olarak ilahî kitaplar arasında kaynak birliğini kabul etmenin de kaçınılmaz olduğuna dikkat çekilmektedir.
Buradaki "el-kitab" kelimesi ile Kur'an-ı Kerîm'in kastedildiği hususunda müfessirler görüş birliği içindedirler (İbn Atıyye, I, 397; bu konudaki farklı bir görüşe aşağıda değinilecektir).
"Gerçeğin ta kendisi" diye çevirdiğimiz 3. ayetteki "bi'l-hakkı" kaydı, Kur'an'ın indirilişinden söz eden birçok ayette yer alır (özellikle bk. İsra 17/105). Bu deyimle neyin kastedildiği hususunda değişik açıklamalar yapılmıştır. Bu açıklamaların belli başlıları şunlardır: Hz. Muhammed'e gönderilen kitabın doğru haberler verdiği; bütün ifadelerinin hakikati yansıttığı; –başka delillere ihtiyaç duyurmayacak derecede– Allah katından geldiğini gösteren delillerle dolu olduğu; çelişkilerden uzak ve tutarlı açıklamalardan oluştuğu; müjdeleri ve uyarılarıyla yükümlüleri inanç ve davranışlarda doğru istikamete yönelttiği ve onların yanlış yollara sapmalarını önlediği; doğruyu eğriyi birbirinden ayırt eden, ciddiye alınması gerekli bir söz olduğu; Allah'ın yarattıklarından kendisine kulluk etmelerini, nimetlerine şükretmelerini ve buyruklarına boyun eğmelerini, birbirlerine de adalete ve hakkaniyete göre muamele etmelerini isteme hakkına binaen indirilmiş olduğu.
Kur'an-ı Kerîm'in önceki ilahî kitapları "doğrulayıcı" (musaddık)olması vasfı da birçok ayette zikredilir. Bununla tevhid inancının ve hak dinin Hz. Muhammed'in peygamberliği ile başlamış olmadığı; aksine İslamiyet'in, ilahî takdirin akışı içinde ve yüce Allah'ın "kayyûm" ve "rab" isimlerinin tecellisi olan kanun çerçevesinde yükseltilip ikmal edilen dinî öğretilerin doruk noktası olduğu, Resûl-i Ekrem'in de peygamberler zincirinin son halkasını teşkil ettiği ortaya konmaktadır. Gerçekten, önceki peygamberlerin ve kitapların ileride büyük bir peygamberin geleceğini haber vermiş oldukları göz önüne alınınca, Kur'an'ın gelişi sadece Hz. Muhammed'in peygamberliğinin değil, aynı zamanda bu bildirimlerin, dolayısıyla önceki dinlerin de hak din oluşunun onaylanması anlamını içermekte, böylece birbirini teyit eden karşılıklı bir tanıklık gerçekleşmiş olmaktadır. Bir başka anlatımla Kur'an'ın gerçekliği kabul edilmedikçe önceki ilahî kitapların ve peygamberlerin de sağlam ve ikna edici bir tasdike erişmesi mümkün değildir. Bunun yanı sıra ayetteki "musaddık" kaydı, "O peygamberlerin kimini kiminden üstün kıldık; içlerinden bir kısmıyla Allah konuşmuş, bir kısmını da derecelerle yükseltmiştir" (Bakara 2/253) ve "Muhammed... Allah'ın elçisidir ve peygamberlerin sonuncusudur" (Ahzab 33/40) mealindeki ayet-i kerîmelerin ışığında yorumlandığında, burada, dinî öğretilerin tekamülündeki zirveyi Hz. Muhammed'in tebliğinin temsil ettiğine ve onun riyaset konumuyla şereflendirildiğine işaret edildiği de söylenebilir.
Öte yandan Kur'an-ı Kerîm'in bu özelliği (musaddık) kendisinin sağlam bir bilgi ve hüküm kaynağı olduğunun açık bir delilidir. Zira bu kitabı tebliğ eden Hz. Muhammed'in ümmî (okuma yazma bilmeyen), önceki dinlerin bilginleriyle teması olmamış, bu konuda herhangi bir öğrenim görmemiş bir kimse olduğu dikkate alınınca, bu dinler hakkında doğru bilgileri verebilmiş olmasının bir tek sebebi olabilir ki o da ilahî vahiy yoluyla bilgilendirilmiş olmasıdır. Şayet Kur'an Allah katından bir bildirim olmasaydı, önceki ilahî kitaplarla böylesine bir uygunluk taşıması mümkün olmaz ve "tasdik"ten de söz edilemezdi. Ancak bu "uygunluk" ve "doğrulama" konusunda şu noktanın göz önünde bulundurulması gerekir: Önceki ilahî dinlerin savunageldiği tevhid inancı ve bununla bağdaşmayan tutumlardan uzak durma gereğinin yanı sıra, adaletle muamele etmeyi, iyilik yapmayı, iffetli olmayı, yalandan, haksız kazançtan ve benzeri kötülüklerden sakınmayı buyuran ahlak ilkelerini Kur'an da aynen kabul etmiş ve onaylamıştır. Bunlarda uygunluk ve doğrulamanın anlamı açıktır. Kur'an tarafından neshedilmiş (yürürlükten kaldırılmış) birçok hüküm açısından doğrulamanın anlamı ise, Kur'an tebliğinin erişmesi-ne kadar bunların geçerliliğinin kabulü, uygunluğun anlamı da Kur'an'da bunlara yapılan atıflarla onların aslî şekilleri arasındaki paralelliktir.
Daha önceki ilahî bildirimlerin tasdiki çerçevesinde iki büyük kutsal kitap Tevrat ve İncil özellikle belirtilmiştir. Ancak bu kitapların "insanlara doğru yolu göstermek üzere" gönderildiğini belirten ifadenin başına "daha önce" kaydının konmuş olması ilginçtir. Bundan, önceki kitaplara insanlığı kemal noktasına doğru yöneltecek bir hazırlama misyonu yüklenmiş olduğu, ilahî bildirimin doruğunu temsil eden Kur'an'ın nüzûlünden sonra artık bu kitapların bir bütün halinde "hidayet rehberi" olarak görülmemesi gerektiği anlaşılmaktadır (İbn Âşûr, III, 149).
Tefsirlerde "insanlara doğru yolu göstermek üzere" ifadesinin her üç kitabın niteliği ile ilgili olduğu yorumu hakim olmakla beraber, sonuç itibariyle önceki kitapların geçerliliklerinin Kur'an'ın onayladığı çerçeve ile sınırlı olduğu noktasında görüş ayrılığı yoktur.
"Ayırt eden" anlamına gelen 4. ayetteki Furkån Kur'an'da yedi defa geçer (Bakara 2/53, 185; Âl-i İmran 3/4; Enfal 8/29, 41; Enbiya 21/48; Furkån25/1). Bir sûreye de ad olan bu kelime, Kur'an'ı, hak ile batılı birbirinden ayırt eden diğer ilahî bildirimleri ve mûcizeleri, hayırla şerri birbirinden ayırt etme anlayış, güç ve kabiliyetini, karşıt değerleri birbirinden ayırma ölçüsünü ve Bedir zaferini ifade etmek üzere kullanılmıştır. Bu ayette furkan ile ne kastedildiği hususunda değişik yorumlar yapılmıştır. Tefsir kaynaklarında ağırlık kazanan iki görüşten birincisine göre, burada furkandan maksat Kur'an-ı Kerîm'dir. Daha önce "kitap"tan söz edilmiş olmakla beraber, diğer kitaplardan sonra Kur'an'ın üstünlüğünü ve önemini, onun hak ile batılı ayırma özelliğini vurgulamak için yahut hıristiyanlarla yahudiler arasında Hz. Îsa'nın durumu hakkında ortaya çıkan ihtilafın çözümünün Kur'an'da bulunduğuna işaret etmek üzere furkanın (Kur'an-ı Kerîm) indirildiği tekrar ifade edilmiştir. İkinci görüşe göre burada furkanla her üç kitap veya bütün ilahî kitaplar ve bildirimler kastedilmiştir. Tefsirlerde çokça zikredilmekle beraber genellikle kabul görmeyen bir anlayışa göre, üç kitabın ayrı ayrı anılmasından sonra ayrıca anılan bu furkandan maksat Zebûr'dur. Nitekim Nisa sûresinin 163 ve İsra sûresinin 55. ayetlerinde de Cenab-ı Allah Davûd'a Zebûr'un verildiğini ifadenin sonuna bırakarak ve ayrı bir cümle ile belirtmiştir. Fahreddin er-Razî ilk iki görüşü destekleyen izahları Arap dili kuralları ve Kur'an-ı Kerîm'in fesahati açısından doyurucu bulmaz ve kendi kanaatini şöyle açıklar (VII, 161-162): Buradaki furkandan maksat, bu kitapların yüce Allah'tan gelen bilgiler olduğunu gösteren mûcizelerdir. Şöyle ki, peygamberler bu kitapların kendilerine Allah tarafından indirildiğini iddia ederlerken, kendi iddialarıyla bunu yalan sayanların iddialarını çözüme bağlayacak ayırt edici bir delil getirme ihtiyacını duydular. Cenab-ı Allah peygamberlerin bu iddialarını destekleyen mûcizeler göstermelerine imkan sağlayınca iki iddia birbirinden ayırt edilmiş oldu. İşte bu mûcizeler furkandır. Yüce Allah kitabı hak ile indirdiğini, daha önce de Tevrat ve İncil'i indirmiş olduğunu belirtirken, Kur'an'ın Allah katından geldiği iddiasının yanı sıra tastamam hakikati yansıtan bir ayırt edici özelliği de indirmiş olduğunu açıklamış olmaktadır. İşte bu, söz konusu iddianın doğru olduğunu gösteren ve kendisiyle diğer kitaplar arasındaki farkı ortaya koyan üstün bir mûcizedir. Kur'an-ı Kerîm açısından da furkanı böyle bir mûcizeyi içermesi şeklinde anlamak uygun olur. Muhammed Abduh, buradaki "furkan"dan maksadın, hak ile batılı birbirinden ayırt etme vasıtası olan "akıl" olduğu kanaatindedir (Reşîd Rıza, III, 160). Cemaleddin Kåsımî de bununla "adalet" manasında "mîzan"ın kastedilmiş olabileceğini belirtir (IV, 750).
Bazı yazarlara göre ise, 3. ayette geçen "el-kitab"dan maksat sadece Kur'an olmayıp diğer peygamberlere de vahyedilen ilahî kitabın aslı; furkan da Hz. Peygamber'e indirilmekte olan vahiylerdir. Bu görüşün sahibi olan Süleyman Ateş'in konuya ilişkin ifadesi şöyledir: "Bize göre üçüncü ayette adı geçen kitap, yalnız Hz. Muhammed'e indirilen değil, Mûsa'ya ve Îsa'ya da kendi dillerinde verilen Tanrı kitabının aslıdır. İşte o kitabın içeriği, Hz. Muhammed'e de kendi diliyle indirilmiştir. Çünkü Hz. Muhammed'e, bütün olarak bir kitap indirilmemiştir. Ona verilen vahiyler, sonradan derlenip kitap haline getirilmiştir. Ama inerken o vahiyler henüz kitap değil, 'Kur'an' veya 'furkan' idi. Yani okuma parçası ve doğruyu, eğriyi birbirinden ayırt eden hikmetli sözler idi. İşte Mûsa'ya Tevrat'ı (Tanrısal yasa), Îsa'ya İncil'i (Tanrısal müjde) indiren Allah, onların içeriği olan "furkan"ı da Hz. Muhammed'e vahyetmiştir" (II, 11). Yazarın Kur'an'ı "okuma parçası" olarak nitelendirmesi, isabetsiz bir kullanım olduğu gibi, kitabı diğer peygamberlere de verilen Tanrı kitabının aslı olarak kabul ederken furkanı "onların içeriği" şeklinde ifade etmesi de yanlış anlamaya elverişlidir. Bunlar bir yana, belirtilen görüşün bu şekilde dile getirilmesi, gerek Kur'an'daki delillerle gerekse kendisinin başka ifadeleriyle bağdaşmamaktadır. Şöyle ki: "Hz. Muhammed'e bütün olarak bir kitap" indirilmemiş olması vakıasından hareketle buradaki "kitap" kelimesinin Kur'an-ı Kerîm'e delalet edemeyeceği ileri sürülürse, Kur'an'da yer alan ve onun kendisini ifade etmek için kullanmış olduğu genellikle kabul edilen "kitap" kelimelerine asla Kur'an-ı Kerîm anlamının verilemeyeceği sonucunun da peşinen kabulü gerekir. Oysa çok açık bir biçimde Kur'an-ı Kerîm'i ifade etmek üzere kitap kelimesinin kullanıldığı ayetler bulunmaktadır ve bizzat Ateş de bu anlamı kabul etmektedir. Mesela Ahkaf sûresinin 12. ayetine "Ondan önce de önder ve rahmet olarak Mûsa'nın kitabı vardır. Bu da (şirk ile) kendilerine yazık edenleri uyarmak, güzel davrananları müjdelemek için Arap diliyle indirilmiş, (kendinden önceki kitapları) doğrulayan bir kitaptır" şeklinde mana vermiş ve ayeti tefsir ederken burada "Muhammed'e inen" kitaptan söz edildiğini belirtmiştir (VIII, 367). İşaret edilmelidir ki, burada yazarın diğer bazı ayetlerdeki "kitap" kelimesiyle ilgili yaklaşımlarının tamamının reddi değil, fikrini yukarıda anılan gerekçeye dayandırmasının tutarlı olmadığını ortaya koymak amaçlanmaktadır. Yazarı burada bu yoruma sevkeden sebeplerden birinin de, bu sûrenin 7. ayetinde geçen müteşabihatın peşinde koşanlarla ilgili ifadeyle Hz. Muhammed'in ashabı arasında bağ kurulmasını önleme çabası olduğu anlaşılmaktadır. Konunun bu yönü ilgili ayette ayrıca ele alınacaktır.
Âyette, kitap için "tenzîl", Tevrat ve İncil ile furkan için "inzal" masdarlarından fiil kullanılması farklı şekillerde yorumlanmıştır. Tefsirlerde genellikle Kur'an-ı Kerîm'in değişik zamanlarda parça parça, diğer iki kutsal kitabın ise bir defada indirildiğine işaret edildiği belirtilirse de İbn Âşûr, bütün ilahî vahiyler gibi Tevrat ve İncil'in de bir defada topluca indirilmemiş ve ilahî bildirimin peygamberlik süresine yayılmış olduğu görüşünü tercih eder. Ayrıca tenzîl ile, Kur'an-ı Kerîm'in indirilişinin çok geniş zamana yayılmış olduğunun belirtilmiş olabileceği düşüncesinin de Furkan sûresinin 32. ayeti delil getirilerek Ebû Hayyan tarafından reddedildiğine değinir. Zira bu ayette "bir defada topluca" indirmeden söz edilirken "tenzîl" masdarından fiil kullanılmıştır. Bu durumda Kur'an için tenzîl, ardından diğer iki kitap için inzal masdarlarından fiil kullanılmış olmasını, Arap dili kurallarına göre Kur'an-ı Kerîm'in indirilmesinin muhteva ve hedef kitle (bütün insanlık) bakımından diğerlerine göre çok daha önemli olduğunun vurgulanması şeklinde açıklamak mümkündür (III, 147-148).
Hz. Muhammed'e gerçeğin ta kendisi yani gerçekliğinde kuşku bulunmayan kitabı yüce Allah'ın indirdiği kesin bir ifade ile belirtildikten sonra, yine kesin bir üslûpla Allah'ın ayetlerini inkar edenlerin çok çetin bir cezaya çarptırılacakları bildirilmektedir. Böylece gerçekleri kabule yanaşmayanlara ilahî hikmet gereğince mühlet verilip hemen cezalandırılmıyorlarsa, bu duruma aldanılmaması ikazında bulunulmakta, acı akıbetin böylelerini er geç yakalayacağı haber verilmektedir. Bu bildirimin üzerinde dikkatle ve ciddi bir biçimde düşünülmesi gereğine işaret için de yüce Allah'ın aziz, yani "mutlak güç sahibi" ve zü'ntikam yani "suçlunun hakkından gelen" (intikam almaya muktedir) olduğu hatırlatılmaktadır. İntikam nimetin ve affın zıddı olup, "suçluyu yakalayıp mağlûp etmek, cezasını vererek suçtan aldığı hazzı acıya çevirmek" anlamına gelir. Yüce Allah kuşkusuz acıyan, hilimle muamele eden, esirgeyen ve bağışlayandır. O'nun bu sıfatlarını belirten yüzlerce ayet ve hadis bulunmakta, bir ayette "rahmetinin her şeyi kuşattığı" (A'raf 7/156), bir kutsî hadiste de "rahmetinin gazabına üstün geldiği" (Buharî, "Tevhîd", 15, 22, 28; Müslim "Tevbe", 14-16) belirtilmektedir. O, küfür dahil en ağır günahları işledikten sonra bile halisane yapılan tövbeleri kabul eden, affedendir. Fakat affın, kötülüğü iyilik düzeyine çıkarır, haksızlıkları özendirir tarzda uygulamasının şerre ortak olma manasına geleceği açıktır; evreni yaratan hikmet sahibi yüce Allah ise böyle bir durumdan münezzehtir. İşte hak ve hayra gösterilen sevginin derecesiyle batıl ve şerre duyulan nefretin derecesi arasında denge bulunması zaruretine ve Cenab-ı Allah'ın bağışlayıcılığının asla şer ve inkarda direnmenin karşılığı olarak düşünülmemesi gerektiğine işaret için, ayette açık ve kesin bir bildirimden sonra hala inkarcılıkta ayak diretenleri bağışlamanın değil, cezanın beklemekteolduğu hatırlatılmaktadır. Öte yandan Cenab-ı Allah'ın cezalandırmaya muktedir olduğu belirtilirken gerçek anlamda affa kadir olduğu ve affın da ancak bu durumda manidar olacağı ifade edilmiş olmaktadır. Zira acizlikle affın birbiriyle bağdaşması mümkün değildir. Af ancak cezalandırmaya gücü yeten tarafından sadır olması halinde bir değer taşır. Bir başka anlatımla aciz bir kişinin "affettim" demesinin bir sonucu olmadığı gibi böyle bir beyanın gülünç olacağı da ortadadır.
Elmalılı Muhammed Hamdi, af ile cezalandırma kudreti arasındaki bu fikrî bağdan hareketle ve sûrenin ana temasının inkarcılığın ve özellikle hıristiyan akaidindeki tutarsızlıkların mahkûm edilmesi olduğunu dikkate alarak, ayet-i kerîmedeki bir inceliğe özetle şöyle işaret eder: Allah Teala hayır ve şerrin bütün ilkelerine hakim, hayır ve hidayeti rahmetiyle himaye, şer ve hıyaneti de izzet ve intikamıyla izale eden hay ve kayyûm olduğundan dolayıdır ki her hakkın hamisi, her türlü hayır beklentisi açısından ümit kapısı gerçek mabuddur. Mabudu Allah olanlar, O'na inanıp teslim olanlar da yücelmeye layıktırlar. Buna karşılık mabudları zelil olanların kendileri de zelil olurlar. Ne üzücüdür ki bazı kimseler bilgisizlikleri sebebiyle veya şirkin yenik düşmesini istemedikleri için "Biz şerre karşı intikama kadir mabud istemeyiz" diyerek mabudlarını aciz ve zelil, harimi ismetine tecavüz edilebilir, haklarını savunamaz, şerri engelleyemediği için herkesin kendi isteğine göre sevebileceği, bazı sıkıntılı zamanlarda okşanıp acizlikten kaynaklanan güzelliğinden teselli ilhamı alınan bir bebek veya bir zavallı sevgili şeklinde görmek isterler. Putperestlerin fetişlerine bakışları böyle olduğu gibi hıristiyanların tanrı anlayışları da bu çizgidedir. Zira hıristiyanlar Hz. Îsa'yı böyle bir bebek, annesi Hz. Meryem'i böyle bir mahbûbe olarak telakki ederler; yüce Allah'ı da hayatta olduğu sürece yarattığı insanları babaları Âdem'den kalan aslî günahtan kurtarmaya çare bulamamış ve nihayet oğlunda tecessüd ederek (Îsa kılığına girerek) kendini ve oğlunu kafirlere kurban ettirmiş, bunun karşılığında kendine tapanları kurtarmış, çaresizlik karşısında çözümü oğluyla kendini feda ve yok etmekte bulmuş, "var yok", "yok var", ihtiyar bir baba olarak tasavvur ederler.
Önce insanlar için günah ve masiyeti fıtrî bir zorunluluk sayıp onu mutlaka işlemeye karar vermek, sonra günahın neticede affı mümkün olmayan ceza ve felaketi gerektirdiğini itiraf etmek, daha sonra bu ceza ve felaketten kurtulmak için yegane çare olarak ona ceza verebilecek olan ve verme hakkını haiz bulunan mercii yok edip ceza korkusundan kurtulmak, daha sonra da doya doya günah işleyip zaruri olan cezasını başkalarına yükletmek; işte hıristiyanların teslîs inancı netice itibariyle mabudun inkarını içeren böyle bir bilmecedir. Esasen Hz. Îsa asla böyle bir çağrıda bulunmamıştır. Ancak Hıristiyanlığın mensupları kısa bir süre içinde, peygamberlik mertebesiyle şereflendirilmiş olan bu babasız çocuğun peygamberliğinin doğruluğunu ve nezih bir yolla dünyaya gelmiş olduğunu gösteren mûcizelere bakıp onun öğretilerine samimiyetle uyacakları ve tek tanrı inancı üzere yürüyecekleri yerde, bu olağan üstü durumları şüphelerle dolu esrarengiz bir bilmece haline getirmişler, özellikle "yaratan, var eden, esirgeyen" manasında olmak üzere İncil'de geçen baba kelimesine "evlat sahibi" anlamı verip bunu bazı felsefî teorilerle besleyerek ve müteşabih ifadelere takılarak kendi te'villeriyle ortaya koydukları bir inanç sistemini benimsemişler, böylece tevhid inancını ve Hıristiyanlığın temel öğretilerini köklü bir tahrife uğratmışlardır. İşte bu ayet-i kerîmede Allah'ın ayetlerini inkar edenleri çetin bir azabın beklediği ve Cenab-ı Allah'ın mutlak güç ve intikam sahibi olduğu belirtilirken, tanrı kavramının yanlış yorumlanması, muhkem ayetleri inkar, aslî günahın affına güç yetirememe, tecessüd (tanrının insan kılığına girmesi) gibi teslîs iddiasıyla alakalı küfrü mûcip tavırlara karşı ilahî bir darbe indirilmiş ve yüce hakikatleri alçaltmaya cüret edenlerin kesin olarak mağlûp olacakları ilan edilmiş olmaktadır (II, 1022-1027).
Burada dikkat edilmesi gereken bir husus da, ayet-i kerîmenin lafzî olarak "Allah intikam sahibidir" şeklinde tercüme edilebilecek olan kısmında intikam kelimesinin başına sahiplik anlamı taşıyan "zû" kelimesinin getirilmesiyle, yüce Allah'ın intikamının, beşerî anlamıyla bilmekte olduğumuz yüreği serinletme amaçlı, kin veya fevrî davranış eseri, körü körüne bir öç alma olmayıp, hay, kayyûm, peygamberler ve kitaplar gönderen, akıllara doğru yolu gösteren, kemal sahibi yüce varlığın kulların yararına olmak üzere uygun bulduğu cezalandırma biçimi olduğuna işaret edilmiş olduğudur. Ayrıca bir sonraki ayette hiçbir şeyin Cenab-ı Allah'ın bilgisi dışında kalamayacağının belirtilmesiyle de, bu cezalandırmanın sınırsız bir ilim ve kudretin eseri olduğuna ve cehaletle asla ilişkisi bulunmayan hakîmane bir fiil olduğuna işaret edilmektedir (Elmalılı, II, 1027; İbn Âşur, III, 151). Öte yandan Kur'an-ı Kerîm'de Cenab-ı Allah hakkında intikam kelimesinin ya buradaki isim tamlaması şekliyle ya da fiil kalıbında veya yine fiil anlamında olmak üzere (çoğul) ism-i fail kalıbında kullanıldığı, intikam alıcı anlamında tekil bir kelimenin Allah'ın sıfat ve isimleri arasında yer almadığı görülür. Buna göre yüce Allah hakkında gerek Kur'an-ı Kerîm'de değişik türevleriyle geçen intikam kelimesinin gerekse esma-i hüsna hadisinde geçen "müntekım" isminin yukarıdaki açıklamaların ışığında anlaşılması uygun olur.
Tevrat gerek yahudiler gerekse hıristiyanlar tarafından kutsal sayılan Eski Ahid'in üç ana bölümünden ilkidir. İncil ise sadece hıristiyanlarca kutsal kabul edilen Yeni Ahid'in bir bölümüdür. Kitab-ı Mukaddes (Bible) deyimi, Eski Ahid ve Yeni Ahid kitaplarını birlikte belirtmek üzere kullanılır. "Bible" kelimesi "yahudi" veya "İbranî" sıfatıyla birlikte (The Jewish Bible / La Bible hébraique) kullanıldığında ise yahudilere ait kutsal yazıların bütününü ifade eder. Bazı Arap dil bilimcileri birtakım zorlanmış açıklamalar yaparak Tevrat ve İncil kelimelerinin Arapça köklerden türetilmiş olduğunu iddia etmişlerse de (bk. İbn Atıyye, I, 398; Zemahşerî, I, 173; Razî, VII, 158-159), Tevrat kelimesinin aslı İbranîce, İncil kelimesinin aslı Grekçe'dir (İbn Âşûr, III, 148-149).
Hıristiyanlara göre Allah ile insanlar arasında yapılan son sözleşme Hz. Îsa vasıtasıyla olmuştur. Bu sebeple, bu son ahidin yazılı metinlerine Yeni Ahid (Ahd-i Cedîd), buna karşılık Allah ile İsrailoğulları arasında daha önce çeşitli peygamberler vasıtasıyla yapılan ahidlerin yazılı belgelerine Eski Ahid (Ahd-i Atîk) adını vermişlerdir. "Ahid" kelimesi Latince'ye "testamentum" (vasiyet) diye çevrildiğinden Eski Ahid karşılığında İngilizce'de "Old Testament", Fransızca'da "Ancient Testament" tabirleri, Yeni Ahid karşılığında da İngilizce'de "New Testament", Fransızca'da "Nouveau Testament" tabirleri kullanılmaktadır. Yahudiler ise kendi kaynaklarında "kutsal kitaplar" veya sadece "kitaplar" denilen kutsal yazıların tamamını ifade etmek üzere "Tanak" ("Tanah" okunur) kelimesini kullanırlar. Kendi başına bir anlama sahip olmayan bu kelime, Eski Ahid'i meydana getiren üç ana bölümün (Tora, Neviîm, Ketuvim) isimlerinin ilk harflerinin bir araya getirilmesi ile oluşmuştur.
Eski Ahid –Âramîce olan bazı bölümleri dışında– İbranîce yazılmış otuz dokuz kitaptan meydana gelmiştir. Yahudiler bazı kitapları diğerleriyle birlikte kabul edip, bu sayıyı yirmi dört veya yirmi iki şeklinde belirtirler. Eski Ahid'in İbranîce'si ile Grekçe tercümesi arasında metin farklılıkları bulunduğundan, hıristiyanların benimsediği Grekçe Eski Ahid, yahudiler ve Protestanlar'ca kabul edilmemektedir. Eski Ahid'i meydana getiren kitapların tamamı belirli bir dönemde yazıya aktarılmış olmayıp, milattan önce XII. yüzyıldan milattan sonra I. yüzyıla kadarki süre içinde kaleme alınmıştır. Yahudilik'te Tanah adı verilen kutsal kitapların listesinin hazırlanıp resmen kabul ve ilan edilmesi, milattan sonra 90-100 yıllarında toplanan Jamnia Sinodu'nda gerçekleşmiştir.
Eski Ahid'in birinci ve en önemli bölümü olan Torah (Tevrat) ve ihtiva ettiği beş kitap hakkında aşağıda bilgi verilecektir.
Eski Ahid'in "Neviîm" (Peygamberler) adını taşıyan ikinci bölümü yirmi bir kitaptan oluşmaktadır. Neviîm'in ilk grubunda, İsrail'in tarihini Tesniye'nin bıraktığı yerden Babil esaretine kadar devam ettiren Yeşû, Hakimler, I. Samuel, II. Samuel, I. Krallar ve II. Krallar kitapları yer almaktadır. İkinci grubunda ise, "yazar peygamberler" diye isimlendirilen kişilerce yazıldığı kabul edilen ve kendi isimleri ile anılan şu bölümler yer almaktadır: İşaya, Yeremya, Hezekiel, Hoşea, Yoel, Amos, Obadya, Yûnus, Mika, Nahum, Habakkuk, Tsefanya, Haggay, Zekarya, Malaki.
Eski Ahid'in "Ketuvim" (Kitaplar) adını taşıyan üçüncü bölümünde ise şu kitaplar bulunmaktadır: Mezmûrlar, Süleyman'ın Meselleri, Eyub, Neşîdeler Neşîdesi, Rut, Yeremyanın Mersiyeleri, Vaiz, Ester, Daniel, Ezra, Nehemya, I. Tarihler ve II. Tarihler.
Eski Ahid'in en önemli bölümü Tora'dır. İbranî dilinde "kanun ve şeriat" anlamına gelen Torah'ın Arapça söylenişi Tevrat'tır (sonuna hareke verilmezse "tevrah" şeklinde okunur). Tevrat Eski Ahid'in (Tanah) beş kitabından oluştuğu için, buna Esfar-ı Hamse veya Grekçe ve Latince'de "Pentateuchos" adı da verilmektedir. Yahudiler Tevrat'ı ifade etmek üzere–Torah kelimesinin dışında– başka isimler de kullanmışlardır. Bunların Türkçe karşılığı şöyledir: "Mûsa'nın Şeriatı" (I. Krallar, 2/3; Ezra, 7/6), "Şeriat Kitabı" (Yeşû, 1/8), "Rabbin Şeriatı" (II. Tarihler, 31/3), "Rabbin Şeriat Kitabı" (Yeşû, 24/26), "Mûsa'nın Kitabı" (Yeşû, 8/31).
Yahudiler'de bir kitap veya yazıya onun ilk kelimesini isim olarak vermek adet olduğundan, beş kitaptan meydana gelen Tevrat'ın bu kitaplarını da ilk kelimeleriyle adlandırmışlardır. Fakat Tevrat'ı ilk defa Yunanca'ya çeviren mütercimler, kitapların muhtevalarına uygun isimler seçmişlerdir ki günümüzde yaygın olarak bilinen kitap başlıkları, bu Grekçe isimlerin karşılığıdır. Bu isimlendirmeye göre Tevrat'ın beş kitabı sırasıyla şunlardır: Tekvîn, Hurûc (Çıkış), Levililer, Sayılar, Tesniye.
Tekvîn kitabında yaratılış konusu ele alınır, dünyanın başlangıcından Hz. Yûsuf'un ölümüne kadar geçen dönemin olayları anlatılır. Kitap elli babdan meydana gelmiştir.
Çıkış (Hurûc) kitabı, İsrailoğulları'nın Hz. Mûsa'nın öncülüğünde Mısır'dan çıkışlarını konu edindiği için bu isimle anılmıştır. Bu kitapta İsrailoğulları'nın tarihi verilirken özellikle şu konulara değinilmektedir: Hz. Mûsa'nın Sîna dağında on emri içeren levhaları alışı, Paskalya (Fısıh) bayramı, mayasız ekmek haftası, ilk doğanların fidyesi, Hz. Mûsa aracılığıyla Tanrı ile İsrailoğulları arasında Sîna dağında yapılan ahid –ki buna Ahid Kanunu adı verilir– ve ahdin şartları. Kitap kırk babdan meydana gelmiştir.
Levililer kitabı daha çok dinî hükümler içermektedir. Bu kitapta kurbanla ilgili hükümler, kahinlerin dinî temizlikleri, giyimleri, yağ ile meshedilmeleri vb. ruhbanlıkla ilgili hükümler, yenilmesi haram olan ve olmayan hayvanlar, doğum yapan kadının temizlenmesi, cinsel hayatla ilgili kurallar vb. helal-haram hükümleri, kurbanın kanı, cinlere kurban kesmenin yasaklığı, kendileriyle evlenilmesi yasak kişiler, kutsal gün ve yıllar vb. kutsallıkla ilgili hükümler yer almaktadır. Kitap yirmi altı babdan meydana gelmiştir.
Sayılar kitabı, ilk bölümlerinde İsrail'in çöldeki nüfus sayımından bahsedildiği için bu adı almıştır. Bu kitapta iki nüfus sayımından, Sîna'dan ayrılış ve çöldeki hayattan, fethedilen ve fethedilecek yerlerden söz edildiği gibi, çeşitli dinî hükümlere ve arz-ı mev'ûdla ilgili bilgilere de yer verilmiştir. Kitap otuz altı babdan meydana gelmiştir.
Tesniye kitabında Hz. Mûsa'nın kavmine hitabı ve son öğütleri, Hz. Mûsa'nın ölümüyle ilgili rivayetler, arz-ı mev'ûdda uyulacak ve uygulanacak kanunlar ve hükümler gibi konular yer alır. Tevrat'ın bu son kitabı otuz dört babdan meydana gelmiştir.
Yahudi inancına göre bugünkü Tevrat, Rab Yahve tarafından kelime kelime Hz. Mûsa'ya vahyedilmiştir. Mûsa b. Meymûn tarafından tesbit edilen ve yahudilerce günümüzde de benimsenen iman esasları arasındaki şu ifade ile bu inanç pekiştirilmektedir: "İman ederim ki, halen elimizde bulunan Tora (Tevrat) ile Efendimiz Moşe'ye (Hz. Mûsa) verilmiş olan birbirinin tamamen aynıdır. İman ederim ki bu Tora değiştirilmeyecek ve bundan başka Allah tarafından verilmiş kitap olmayacaktır."
Buna karşılık Tevrat üzerinde yapılan ilmî tetkikler bugünkü Tevrat'ta birçok çelişkinin bulunduğunu ortaya koymuştur. Mesela Tekvîn kitabında yaratılış, tûfan ve Hz. Yûsuf kıssası konularında yer alan birbirinden çok farklı anlatımlar ve çelişkili bilgiler bu duruma örnek gösterilebilir. Tevrat'ın diğer kitaplarında da bu tür bilgi ve ifadeler tesbit edilmiştir.
Tevrat'la ilgili bu tesbitler ilim adamlarını bu kitabın mevcut şekliyle vahiy ürünü olmadığı ve tek bir kaynaktan neşet etmediği kanaatine ulaştırmıştır. Batı'da XVII. yüzyıldan itibaren yapılan Kitab-ı Mukaddes tetkikleri Tevrat'ta birden çok yazının veya kişinin rolü bulunduğunu ortaya koymuştur. Bu incelemeler ve Tevrat metninin tahlili, bugünkü Tevrat'ın dört farklı metnin bir araya getirilmesiyle oluştuğu düşüncesini ön plana çıkarmıştır. Bu metinler şunlardır: a) Yahvist metin. Tanrı adı olarak Yahve adının kullanıldığı bu metinler milattan önce X. yüzyılda yazılmıştır. Bu metinlerde yahudi tanrısı beşerî vasıflarla nitelendirilmekte ve İsrail'in üstünlüğü fikri pekiştirilmektedir. b) Elohist metin. Tanrı adı olarak Elohim adının kullanıldığı bu metinler milattan önce VIII. yüzyılda yazılmıştır. Bu metinlerde daha çok tanrının soyutluğu, mabet ve ibadet üzerinde durulmaktadır. c) Tesniye metni. Milattan önce 622'de Süleyman Mabedi'nde bulunan bu metin, tarihî bir perspektife sahip olmanın yanı sıra hukukî yönü de ağır basmaktadır. d) Ruhban metni. Babil esareti döneminde ve sonrasında yahudi din adamları tarafından yazıldığı için bu ismi almıştır. İsrail Krallığı'nın Asurlular tarafından yıkılmasını (m.ö. 721) takiben ilk iki metin birleştirilmiş; daha sonraları bu dört kaynak bir araya getirilerek bugünkü Tevrat oluşturulmuştur.
Yahudi inancına göre Tanrı tarafından Hz. Mûsa'ya Tevrat verildiği gibi, Tevrat'taki hükümlerin ayrıntılı yorumlarını içeren bilgiler de verilmiştir. Hz. Mûsa bu bilgileri Harûn ve onun çocuklarıyla yakın çevresinin ileri gelenlerine aktarmış, böylece bu bilgiler şifahî yolla sonraki nesillere intikal etmiştir. Başka bir rivayete göre Hz. Mûsa şifahî Tevrat da denilen bu bilgileri Sîna dağında alıp Yeşû'ya nakletmiş, Yeşû ileri gelenlere, onlar peygamberlere, peygamberler de büyük sinagog üyelerine aktarmışlardır. Zamanla yeni şartların ortaya çıkardığı ictihadlarla birlikte şifahî rivayetler iyice çoğalmış ve bunların yazıya geçirilmesine ihtiyaç duyulmuştur. Din bilginlerinin milattan sonra I. yüzyıldan itibaren şifahî Tevrat'ı kaleme almaya başlamaları neticesinde milattan sonra II. yüzyılda Mişna ortaya çıkmıştır. Mişna İbranîce'de "tekrar yoluyla öğretme" anlamına gelen bir kelimedir. İbranîce kaleme alınan ve Yahuda ha Nasi tarafından tesbit edilen Mişna altı bölümden oluşmuştur: 1. Tohumlar, 2. Bayramlar, 3. Kadınlar, 4. Zararlar, 5. Kutsal şeyler, 6. Temizlik kuralları. Yahuda ha Nasi tarafından derlenen Mişna diğerlerine göre daha muteber sayılmış, Filistin ve Babilonya'daki yahudi okullarında din bilginleri tarafından incelenerek açıklanmıştır. Bu okullarda Mişna üzerine yapılan yorumlara Talmud (veya Gemara) denmiştir. Talmud kelimesi İbranîce'de "tedkik" manasına gelir. Kudüs Talmudu II. yüzyıldan IV. yüzyılın sonuna kadar Filistin dinî okullarında yapılan Mişna yorumlarını içermektedir. II-V. yüzyıllarda hazırlanan Babil Talmudu, içerik, metot ve metin yönünden Kudüs Talmudu'ndan üstündür. Bu bölgedeki yahudilerin daha özgür bir ortamda bulunmaları ve daha iyi bir akademik teşkilatlanmaya sahip olmaları Babil Talmudu'nun bu özelliği kazanmasında etkili olmuştur.
Kur'an-ı Kerîm'de Tevrat kelimesi on sekiz yerde geçer. Bunun yanı sıra bu kutsal kitaptan Tevrat ismi zikredilmeksizin de birçok yerde söz edilir. Tevrat'la ilgili Kur'an ayetlerinde Hz. Mûsa'ya kitap verildiği (mesela bk. Bakara 2/53, 87; En'am 6/91, 154; Hûd 11/110; Mü'minûn 23/49), bu kitabın İsrailoğulları için hidayet rehberi olduğu (İsra 17/2), Tevrat'ın Allah tarafından vahyedilmiş olduğu (Maide 5/44), yahudilerin ise Allah'ın hükmünü ihtiva eden Tevrat yanlarında dururken Hz. Peygamber'i hakem yapmak istedikleri (Maide 5/43), Ehl-i kitabın Tevrat'ı ve İncil'i uygulamadıkları (Maide 5/66, 68), Hz. Îsa'nın Tevrat'ı doğruladığı (Âli İmran 3/48, 50; Maide 5/110; Saf 61/6), Hz. Muhammed'in Tevrat'ta müjdelendiği (A'raf 7/157) yahudilerin Tevrat'ı orijinal şekliyle muhafaza etmeyip onu değiştirdikleri (mesela bk. Bakara 2/75; Nisa 4/46) bildirilmekte, Tevrat'ın içeriği ile ilgili bilgiler de (mesela bk. Maide 5/45; Tevbe 9/111) verilmektedir.
Kur'an-ı Kerîm'in Tevrat'la ilgili ayetlerinden, yahudilerin gerek metni gerek manayı bozdukları ("tahrîf"; Nisa 4/46; Maide 5/41), kelimeleri başka kelimelerle değiştirdikleri ("tebdîl"; Bakara 2/59; A'raf 7/162), bazı bölümleri gizledikleri ("kitman"; Bakara 2/140, 146), okurken ağızlarını eğip bükerek ("leyy"; Âl-i İmran 3/78) metni anlaşılmaz veya yanlış anlaşılır hale getirdikleri, yanlışla doğruyu birbirine karıştırdıkları ("lebs"; Bakara 2/42; Âl-i İmran 3/71) ve kendilerine verilen kitabın bir kısmını unuttukları ("nisyan"; Maide 5/13; A'raf 7/165) belirtilmektedir. Kur'an-ı Kerîm'in bu konudaki ifadelerinden, yahudilerin yanlış yorumlayarak Tevrat'ın sadece manasında değişiklik yapmayıp aynı zamanda metnini de değiştirdikleri anlaşılmaktadır. İslamî kaynaklarda, yahudilerin Tevrat'ın bir kısmını gizlemelerine ve onu yanlış yorumlamalarına dair birçok örnek yer almıştır.
İncil –yukarıda işaret edildiği gibi– sadece hıristiyanlar tarafından kutsal kabul edilen Yeni Ahid'in bir bölümüdür. Hıristiyanlara göre Tanrı ile insanlar arasında yapılan son ahid, Hz. Îsa vasıtasıyla gerçekleşmiş olduğundan, bu ahdin yazılı belgeleri olan külliyata Yeni Ahid (Ahd-i Cedîd) adı verilmiştir. Bu isim milattan sonra II. yüzyılın sonlarına doğru kullanılmaya başlanmıştır.
Yeni Ahid'i oluşturan kitapların sayısı, Trente Konsili'nde (8 Nisan 1546) kabul ve ilan edilen şekliyle yirmi yedidir. Bu kitaplar şunlardır: İnciller (dört İncil), Resûllerin İşleri, Pavlus'un (Saint Pavlus/Paul) Mektupları (on dört adet), Genel (Katolik) Mektuplar (yedi adet) ve Yuhanna'nın Vahyi. Hıristiyanlığın ilk dönemlerinde İncil ve Havariler şeklinde iki bölüme ayrılan Yeni Ahid günümüzde –Eski Ahid'de olduğu gibi– üç kısma bölünmüştür: 1. Tarihî kitaplar: Dört İncil ve Resûllerin İşleri, 2. Talimî kitaplar: Pavlus'un Mektupları'yla "Katolik" diye adlandırılan yedi mektup, 3. Peygamberlik: Yuhanna'nın Vahyi. Bunlardan İnciller, –aşağıda açıklanacağı üzere– Hz. Îsa'nın hayatı, faaliyetleri ve tebliğini konu edinir. Resûllerin İşleri'nde, Hz. Îsa'nın semaya çıkışından Pavlus'un Roma'ya seyahati ve oradaki iki yıllık ikametine kadar (m.s. 63-64) geçen dönemin olayları anlatılır. Pavlus'un Mektupları, milattan sonra 51-67 yılları arasında kaleme alınmış, çeşitli hıristiyan cemaatlere ve bazı kişilere gönderilmiş olup, Yeni Ahid'deki teolojik ve doktriner konular bu mektuplarda yer almaktadır. Hatta İnciller'den sonra Yeni Ahid'in en önemli bölümü Pavlus'un Romalılar'a Mektubu'dur. Diğerlerinden farklı olarak on dördüncü mektupta (İbranîler'e Mektup) Pavlus'un adı zikredilmez; bu ve başka sebepler- le anılan mektubun Pavlus'a aidiyetiyle ilgili önemli görüş ayrılıkları ortaya çıkmıştır. Genel (Katolik) Mektuplar, şahıs ve cemaat ayırımı yapmaksızın bütün hıristiyanlara hitap ettiği için bu adı almıştır. Yeni Ahid'in son bölümü olan Vahiy kitabının yazarı kesin olarak bilin- memekle beraber kilise geleneği kitabı İncil yazarı Yuhanna'ya nisbet etmektedir. Günümüz yorumcuları tarafından da benimsenen hakim kanaate göre 94-96 yılları arasında kaleme alınmıştır. İki temel bölüm- den meydana gelen bu kitabın ilk bölümü Asya'daki yedi kiliseye hitaben yazılmış mektupları, ikinci bölümü ise özellikle ahir zamanla ilgili belir- tilerin sembolik anlatımını içerir. İnciller Yeni Ahid'in hacim itibariy- le yarısına yakın bir kısmını oluşturmakla beraber, günümüzde "İncil" adıyla yapılan yayınlar genellikle Yeni Ahid'in tamamını içermektedir.
Hz. Îsa Âramîce konuştuğu halde Yeni Ahid kitaplarının hepsi Grekçe'dir. Sadece Matta İncili'nin ilk şeklinin Âramîce olduğu fakat daha sonra kaybolduğu söylenmektedir. Yeni Ahid'i oluşturan kitapların tamamı Grekçe olmak üzere pek çok yazma nüshası vardır ve hiçbiri Yeni Ahid yazarlarına ait değildir. Bugün mevcut olan en eski ve eksiksiz Yeni Ahid yazma nüshaları, milattan sonra IV. yüzyıl ve daha sonrasına aittir. Bunların hepsi aynı tarihte yazılmış olmayıp yarım asırlık bir süre içinde farklı kişiler tarafından kaleme alınmıştır. Yeni Ahid içinde ilk yazılanlar Pavlus'un mektupları olup milattan sonra 49-50 yıllarında yazılmaya başlanmıştır. Daha sonra 65-110 yılları arasında İnciller, Resûllerin İşleri ve en son olarak da Yuhanna'ya nisbet edilen yazılar kaleme alınmıştır. Pavlus Hz. Îsa'yı görmediği ve onu dinlemediği halde Hz. Îsa'nın hem kişiliği hem de fikirleri hakkında kendi yorumlarını kaleme alıp bunları değişik hıristiyan cemaatlerine göndermiş, böylece Pavlus'un mektupları Yeni Ahid külliyatının ilk yazılı dokümanlarını oluşturmuştur.
I ve II. yüzyıllara ait olan bu farklı türdeki yazılar ilk kilisenin Mesîh olan Îsa ile ilgili tecrübe, anlayış ve yorumundan ibarettir. Daha birçok mektup ve kitap bulunduğu halde kilise bunları kendi öğretisi için temel kaynak sayıp kutsal yazılar listesini yukarıda belirtilen yirmi yedi metin- le dondurmuştur. Şu var ki Yeni Ahid'i meydana getiren kitapların kilise tarafından resmen kabul edilmeleri uzun bir süre içinde olmuştur. Yeni Ahid külliyatıyla ilgili ilk liste (canon) çalışması milattan sonra 150'ler- de Marcion tarafından yapılmış, daha sonra değişik kişi ve konsiller- ce birçok liste tesbit edilmiş, nihayet Trente Konsili'nde (1546-1564), kutsal yazıların ilham mahsulü olduğundan şüphe edilmemesi gerektiği vurgulanmış; Yeni Ahid'i oluşturan kitaplar bugünkü şekliyle kesinleş- tirilip resmen kabul ve ilan edilmiştir. Yeni Ahid'i oluşturan yirmi yedi kitap aynı derece muteber sayılmayıp bazıları uzun tartışmalar sonunda listeye alınmıştır. Öte yandan bütün hıristiyanlar tarafından tasvip edilip onaylanan bir listeden mahrum bulunulan sürede bugün kutsal sayılan kitapların yanı sıra apokrif (uydurma) sayılan kitaplar da kullanılmıştır.
Hıristiyanlar Kitab-ı Mukaddes'i meydana getiren yazıların kutsal ruh tarafından ilham edilmiş bulunduğuna, dolayısıyla bunların tamamının Tanrı sözü olduğuna inanırlar. Bir başka anlatımla bunların yazarı Tanrı olup, kutsal metin yazarları sadece O'nun vasıtalarıdır. İlk dönemlerde kutsal yazıların ilahî kaynaklı olduğu kesin olarak kabul edildiğinden vahiy veya ilhamın mahiyetini tesbite, kutsal yazıların ilham eseri olduğu- nu ispata gerek görülmemiştir. Fakat değişik amillerin etkisiyle papalığın konuyla ilgili kararları belli bir gelişme göstermiş, özellikle XVIII ve XIX. yüzyıllarda kutsal metinlerin ilahî kaynaklı ve ilham mahsulü oluşu ciddi anlamda tartışılır hale gelmiştir. XX. yüzyılda bazı fundamentalist mez- hepler hariç Kitab-ı Mukaddes'in yanılmaz olduğu inancı genellikle ter- kedilmiş, kilise ilk dönemlerde benimsediği kutsal metinlerin tamamıyla Tanrı tarafından yazdırıldığı inancını bırakarak bunların kutsal metin yazarları eliyle tertip edildiğini, içerik, dil ve üslûp bakımından bu yazar- lara ait olduğunu da kabul etmiştir. Dolayısıyla eski telakkiye göre kutsal yazıların harfi harfine semadan geldiği ve yazarlara dikte edildiği kabul edilmekteyken, günümüzde bu yazıların manalarının vahyedilmiş olduğu fikri benimsenmektedir. Buna göre mesaj ilahî, ifade ve üslûp ise yazara aittir.
İncil kelimesinin aslı Yunanca'da "iyi haber, müjde" anlamına gelen evangelion (euaggelion, euangelion) kelimesi olup Latince'ye evange- lium, Fransızca'ya évangile olarak geçmiştir. İngilizce'deki karşılığı ise gospeldir (eski İngilizce'de godspel). Hıristiyanlık'taki vahiy anlayışı İslamiyet'tekinden farklı olup hıristiyanlar İnciller'in kutsal ruhun ilhamı altında kaleme alındığına inanırlar. Onlara göre Îsa ilahî kelamın beden- leşmiş halidir ve ayrıca ona vahiy yoluyla bir kitap verilmemiştir; vah- yin müşahhas şekli olan Îsa'nın söz ve fiilleri daha sonra kitaplaştırılarak İnciller meydana getirilmiştir. Yine hıristiyan telakkisine göre Yeni Ahid'de İncil, yazılı bir metni değil Mesîh ve havarilerin bildirdiği mesajı ve müjdeyi, şifahî tebliği ifade eder. İncil kelimesi havariler sonrası dönemde II. yüzyıldan itibaren kilise dilinde, önce havarilerin görgü şahidi oldukları yazıların, Îsa'nın hayat ve öğretisine dair dinî bilgileri ihtiva eden kitapların içeriğini belirtmek, kurtuluş müjdesini bütünlüğü içinde ifade etmek üzere tekil, daha sonra kitapların kendileri için çoğul olarak kullanılmıştır. İncil kelimesi bazan Yeni Ahid'in diğer yazıları için de kullanılmakla beraber genelde Îsa'nın hayat ve doktrinini anlatan kanonik ve apokrif yazıların adıdır; günümüzde hem hıristiyan mesajını hem de Mesîh'in hayat ve öğretisini içeren kitapları ifade etmektedir.
Hıristiyan inancına göre Hz. Îsa İncil'i yazmamış, yazdırmamış, sade- ce tebliğ etmiş ve havarilerinden de onu tebliğ etmelerini istemiştir. Îsa ve havariler döneminde (m.s. 70'e kadar) hıristiyanlar Yahudilik'ten miras aldıkları kutsal yazılar koleksiyonunu kullanmışlardır. Bu dönem- de henüz Yeni Ahid söz konusu değildir. Ancak Hz. Îsa'nın sema- ya çıkışından belli bir süre sonra hıristiyan cemaatlerin çoğalmasına karşılık onu görüp dinleyenlerin sayısı azalmaya, ayrıca mesîhî krallık beklentisi zayıflamaya, Helenistik ve Gnostik etkiler artmaya başlayınca ona ait sözlerin yazıya aktarılması zaruret haline gelmiş, böylece çeşitli İnciller kaleme alınmıştır. Îsa'nın semaya çıkışını izleyen kırk yıl boyun- ca şifahî rivayet ve gelenekler oluşmuş, bunlar vaaz vb. yollarla korunup aktarılmıştır. Muhtemelen bunların bir kısmı bu dönemde yazıya geçiril- miş, İncil yazarları da bu verilerden yola çıkarak İnciller'ini yazmışlardır