Ben bugün size siyaset değil, bir at kestanesi yaprağının hikayesini anlatacağım. Hani o baharda yeşeren, yazın gölge olan, şimdi ise "ölmek için" yani aslına, toprağa dönmek için kendimi rüzgara bırakan o yaprağın gördüklerini...
Hz. Mevlâna, insanı sadece et ve kemikten ibaret görmez; ona "baştan sona, sondan başa bakabilme" ferasetini öğütler. İşte dalından kopan o yaprak, sonu gördüğü için en başı da anlar. Dîvân-ı Kebîr’deki o muazzam; "Bu dünya bir dağdır, yaptıklarımız ise ses. Sesin neyse, yankısı da o olur" hakikati, o yaprağın rüzgarla süzülürken duyduğu sestir aslında.
Peki, o yaprak Karadeniz semalarında süzülürken aşağıdan gelen hangi yankıyı duyar? O dumanlı zirvelere bir kulak misafiri edebiyle yaklaştığında, rüzgar ona neyi fısıldar? Şüphesiz duyulan o yankı; alın teri, vakar ve sadakattir.
Rüzgar onu önce Zonguldak üzerine indirir... Orada hayat, Hz. Yusuf gibi kör kuyulardan Nil’e uzanan bir sabır imtihanıdır. Yerin yedi kat altına inen o madenciler için karanlık bir son değil, aydınlık bir rızık kapısıdır. Yukarıdan bakanlar, "Yüzleri kara, acaba bahtları ne renk?" diye sorar. Oysa o madenci ocaktan çıkınca, arkadaşının sırtındaki kömür tozunu şefkatle siler.
İşte milli birlik dediğimiz şey, o tozlu sırtta kardeşinin el izini taşımaktır. Emek, en büyük duadır orada.
Sonra o deli poyraz yakalar yaprağı, biraz doğuya, Rize’ye savurur. O dik yamaçlara tepeden bakıp "Ha bu yokuşlar bitmeyi..." derseniz yanılırsınız. Her yokuş, terle tırnakla açılmış bir çay terasına, bir rızık kapısına çıkar.
İnsan burada doğaya meydan okumaz. Bilir ki; hasat nakış gibi işlenirse; hava da, su da, toprak da insanı besler.
Hele acıkınca bir evin bacasından tüten tomara kızartması kokusunu alır, yanına iki sevdalı dost denk gelir de illaki güzel bir hayrın sonunda o samimi horonun sesini duyarsa, kendini şanslı sayar o yaprak.
Ama buranın doğası hata kabul etmez; yalnız nişan alma kabiliyetiniz zayıfsa, sürülmüş mermilere çok yakın durmayın derim...
O zaman hangisi çatata, hangisi vatata, hangisi ratata... Sadece kulak sesiyle ayırt edilmez o sesler; his gerekli, mana ve sabır gerekli.
Rüzgar bu kez yönünü kıyıdan içeriye çevirir; beni tarihin koynuna, Safranbolu’ya, bir Arnavut kaldırımının üzerine bırakıverir. Tam da bir kapı tokmağının eşiğine... O tokmaklar ki, eve gelenin kadın mı erkek mi olduğunu haber veren o ince nezakettir.
Oradan Çorum’a savrulurum... Bin yıllık Hitit duasının kırık bir tablete kazınmış halini görürüm. O dua, bugün komşusundan ödünç un isteyen Anadolu kadınının cümlesinden daha güçlü değil aslında.
Krallar ölür, tabletler kırılır; ama insanın insana olan ihtiyacı, bu topraklarda baki kalır.
Ve yolculuk bitmez... Karadeniz’in o meşhur yeşili, artık sadece ormanında değil, ürettiği enerjide de parlıyor. Beni, yani o kuru yaprağı diyardan diyara gezdiren rüzgar, şimdi yaylalardaki dev pervaneleri döndürüyor.
Ama sanılmasın ki bu rüzgar sadece buraya eser... İşte bu yüzden; Samsun’da, Sinop’ta rüzgarın o sert ıslığı, Anadolu’nun en ücra köşesinde bir çocuğun çalışma lambasında ışığa dönüşüyor.
Bu dağlar, büyük bir gövdenin, Türkiye’nin en gür dalıdır. Yaprak Karadeniz’de kımıldar belki ama kökler ortaktır. Milli olan; Bolu'daki fırıncının sabah duası, Artvin'deki çobanın ıslığı ve o rüzgarın Edirne'deki, belki Van’daki, hatta Diyarbakır’daki bir evi ısıtabilmesidir. Biz, birbirimizin ışığında ısındıkça var oluruz.
Sözü izah makamında haddimizi aşıp öğüt vermek bize düşmesin, düşmez de. Biz, o dalından kopup vuslata, yani toprağına kavuşan yaprak misali, ancak Hz. Mevlâna’nın o hikmetli sözüne sığınırız: "Başta niyet neyse, sonda akıbet odur."
Niyetimiz halis, istikametimiz halis olsun. Rabbim, bugünümüzü kolaylaştır... Sözümüz "Âmin"lerle, duamız “Rabbi Yessir...” ile mühürlensin.