Bu şevk ancak gaib bir şeye izafetendir. Kişinin üzerine mahbuba yaklaşmaktan ötürü sevinmek, keşften hasıl olan şey ile huzurun müşahedesi galebe çalmış, bakışı da görünen ve hazır bulunan cemali mütalaa etmenin üzerine teksif edilmiş ise ve görmediğine iltifat etmiyorsa, kalp düşündüğüyle müjdelenir ve onun müjdelenmesine ünsiyet adı verilir. Eğer izzet, istiğna ve pervasızlık sıfatlarına bakarsa, kalmak ve uzaklaşmak imkanı kalbe gelirse kalp bundan elem duyar. Kalbin bu elemine havf (korku) adı verilir. Bu haller, bu düşüncelerin sebeplerine tabidir.
Bu bakımdan ünsiyetin manası, kalbin cemali mütalaa etmekle müjdelenmesi demektir. Öyle müjdelenir ki bu seziş galebe çaldığında ve kalp kendisinden gaib olanın ve ileride gelip yakasına yapışacak olan zeval tehlikesinin düşüncesinden tecerrüd ettiğinde nimet ve lezzeti oldukça büyür.
İşte bu noktada bazıları düşünmüştür. Nitekim kendisine 'Sen müştak mısın?' diye sorulan 'Hayır! Şevk ancak gaib olan bir şeye karşıdır. Gaib olan hazıra ise kişi niçin müştak olsun?' diye cevap vermiştir. Bu elde ettiği makamın sevgisinde müstağrak, imkan dahilinde kalan diğer lütûfların meziyetlerine iltifat etmeyen bir kimsenin konuşmasıdır. Ünsiyet hali her kime galebe çalarsa onun isteği tek başına bulunmak ve halvete çekilmek olur.
Şöyle hikaye ediliyor: İbrahim b. Edhem dağdan inip gelince kendisine 'Nerden geliyorsun?' diye soruldu. Cevap olarak 'Allah ile ünsiyetten geliyorum!' dedi.
İbrahim b. Edhem'in bu sözü şu hikmete binaendir: Allah ile ünsiyet, Allah'ın gayrisinden tevahhuş etmeyi, hayrete mani olan her şeyden kaçmayı ve nefret etmeyi gerektirir. Bu bakımdan ünsiyet, kalp üzerindeki şeylerin en ağırıdır.
Rivayet ediliyor ki Hz. Musa (a.s) rabbi ile konuştuğunda bir müddet herhangi bir insandan bir ses duyar duymaz düşüp bayılıyordu. Çünkü sevgi, mahbubun konuşmasının tatlı olmasını, onu anmanın tatlı olmasını gerektirir. Bu bakımdan mahbubtan gayrisinin tatlılığı kalpten çıkar!
Hükemadan biri şöyle dua etmiştir: 'Ey beni zikriyle me'nûs kılan ve kullarından uzaklaştıran (seni çağırıyorum)!'
R
abia el-Adevîye'ye şöyle denildi: 'Sen bu dereceye ne ile ulaştın?' 'Beni ilgilendirmeyeni terketmek, layezal bir zatla ünsiyet kurmakla!' dedi.
Abdülvahid b. Zeyd şöyle demiştir: Bir rahibin yanından geçtim ve kendisine şöyle sordum:
- Ey rahib! Tenhalık pek hoşuna gidiyor mu?
- Ey kişi! Eğer tenhalığın zevkini tatsaydın nefsinden ürküp ona sığınırdın. Tenhalık ibadetin sermayesidir.
- Tenhalıkta en az gördüğün nedir?
- Halkla yaşamaktan rahat olmak ve onların şerrinden selametbulmaktır.
- Ey rahib! Kul ne zaman Allah ile ünsiyetin zevkini tadar?
- Sevgi arındığı, Allah ile arasındaki muamele halis olduğuzaman!
- Ne zaman sevgi durulur?
- Ne zaman ki himmet birleşip taatta bir himmet olursa o zaman sevgi durulur.
Hükemadan biri dedi ki: 'Mahluklara hayret ediyorum! Nasıl senin yerine başkasına yönelirler? Kalplere hayret ediyorum. Nasıl senin yerine başkasıyla ünsiyet ederler?'
Soru:Ünsiyet'in alameti nedir?
Cevap: Ünsiyet'in özel alameti, halkın muaşeretinden sıkılmak ve onlarla oturup kalkmaktan nefret etmek ve zikrin tatlılığına kendisini tamamen kaptırmaktır. Eğer halkın arasına katılırsa, cemaatta olduğu halde tek başına gibi olur. Halvette bir cemiyet, hazerde bir garip, seferde bir hazır, gaibde bir şahid, huzurda bir gaib gibidir.
Nitekim Hz. Ali bunların vasıfları hakkında şöyle demiştir: 'Onlar bir kavimdir ki ilim onları işin hakikati üzerine üşüştürmüştür. Onlar yakînin ruhuna yapışmışlar, nimetler içerisinde kıvrananların haşin gördüklerini yumuşak telakki etmişler, cahillerin tevahhuş ettiklerine ünsiyet vermişlerdir. Bedenleriyle dünyaya arkadaşlık yaparlar, fakat ruhları en yüce merkeze bağlıdır. Onlar Allah'ın yeryüzündeki halifeleri ve dinine çağıranlardır'.
İşte Allah ile ünsiyet'in manası budur. Bu onun alameti ve söylediklerimiz de onun delilleridir. Kelamcıların bazısı, ünsiyeti; şevk ve sevgiyi inkar etmeye yeltenmişlerdir. Bunların oluşunun teşbihe delalet ettiğini zannetmişlerdir. Bu kelamcılar, basiretlerle idrak olunanların cemali, gözlerle görülenlerin cemalinden daha kamil olduğunu, bunların marifetinin lezzetinin kalp sahiplerine daha galib olduğunu bilememişlerdir.
Bu kelamcılardan biri de 'Halil'in Gulamı'47 diye bilinen Ahmed b. Galib'tir. Bu zat, Cüneyd-i Bağdadî'ye, Ebu Hasan en-Nûri'ye ve diğerlerine sevgi, şevk ve aşk meselesini inkar ederek hücum etmiştir. Hatta kelamcılardan bazıları rıza makamını bile inkara yeltenip 'Sabırdan başkası yoktur.Rızaya gelince bu düşünülemez' demiştir!
Bütün bu sözler eksik, kusurlu dînî makamların ancak kabuğuna muttali olmuş ve kabuktan başka varlığın olmadığını sanmış bir kimsenin sözüdür; zira duyularla hissedilen şeyler ve din yoluyla hayale giren herşey sırf bir kabuktur. Esasen istenilen öz, onun ötesindedir. Bu bakımdan cevizin kabuğundan başka şey görmeyen bir kimse zanneder ki cevizin hepsi kabuktur. Bu kimsenin katında cevizden yağ çıkarmak şüphesiz muhal görünür. Bu kimse mazurdur. Fakat onun özrü makbul değildir.
Allah ile olan ünsiyeti tembel bir kimse idrak edemez. Hileci bir kimse pazu kuvvetiyle onu idrak etmez. Ünsiyet verenler birtakım kişilerdir ki hepsi necibdirler.
Hepsi tertemiz ve Allah için var kuvvetiyle çalışan kimselerdir.
47) Uzun zaman Nahiv alimi Halil b. Ahmed'in hizmetinde ve refakatinde bulunduğundan ve yanında okuduğundan bu ismi almıştır. Bu zat da Nahiv ve Kelam ilminin ileri gelenlerindendi.