Amerika ve Trump’a neden güvenilmez?

Amerika Birleşik Devletleri (ABD), İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde küresel liderliğin simgesi hâline gelmiştir. Ancak dış politikasındaki tutarsızlıklar, müdahalecilik eğilimleri ve ideolojik çelişkiler nedeniyle sıklıkla güvenilmez bir aktör olarak eleştirilmiştir. ABD'nin çok taraflılıktan uzaklaştığı, uluslararası yükümlülüklerini keyfî şekilde ihlal ettiği ve popülist liderliğin bu süreci daha da derinleştirdiği görülmektedir.

Güven, uluslararası ilişkiler literatüründe devletlerarası iş birliğinin temel unsurlarından biri olarak kabul edilmektedir. Özellikle hegemon aktörlerin sistemde istikrarı sağlayabilmesi için güvenilir olmaları gereklidir.

ABD, soğuk savaş sonrası dönemde bu rolü üstlenmiş olsa da, özellikle 21. yüzyılda artan tek taraflı müdahaleler, çifte standartlı politikalar ve lider bazlı radikal söylemler bu güveni zedelemiştir. Donald Trump’ın başkanlığı ise bu sürecin doruk noktası olmuştur. Bu bağlamda ABD ve Trump liderliğinin güvenilirlik krizini farklı açılardan görmek ve strateji geliştirmek gerekmektedir.

Zira; ABD’nin dış politika geleneği genellikle çıkar temelli pragmatizm üzerine kuruludur. Soğuk savaş boyunca ideolojik mücadele bahanesiyle birçok ülkenin iç işlerine müdahale etmiş, gerektiğinde diktatörleri desteklemekten kaçınmamıştır.

Örneğin; 1953'te İran'da Başbakan Muhammed Musaddık’ın CIA eliyle devrilmesi. 1973 Şili darbesinde General Pinochet’nin desteklenmesi. 1980’ler boyunca Latin Amerika'da kontrgerilla hareketlerinin finanse edilmesi vb. Bu tür uygulamalar, ABD’nin demokrasi ve insan hakları söyleminin pratikte geçerliliğinin sorgulanmasına neden olmuştur.

Yine hakeza 2003 Irak müdahalesi ile ABD'nin güvenilmezliğini uluslararası düzeyde pekiştirmiştir. BM denetçileri kitle imha silahları bulamazken, ABD işgali gerçekleştirmiş ve bölgeyi uzun süreli bir istikrarsızlığa sürüklemiştir.

2017’ye gelindiğinde Donald Trump’ın başkanlığı ile geleneksel Amerikan dış politikasının birçok ilkesine aykırı bir çizgi izlemiştir. “Önce Amerika” (America First) doktrini ile müttefiklik ilişkileri zayıflatılmış, küresel liderlik rolü reddedilmiştir.

Paris İklim Anlaşması’ndan çıkış (2017),

İran Nükleer Anlaşması’nın (JCPOA) iptali (2018),

Dünya Sağlık Örgütü’nden (DSÖ) çekilme girişimi (2020),

Bu gelişmeler, Trump’ın uluslararası iş birliğini ikinci plana ittiğini ve Amerika'nın artık güvenilir bir ortak olmadığını göstermiştir.

NATO’ya yönelik sürekli finansal eleştiriler ve Almanya, Kanada gibi müttefiklere yönelik aşağılayıcı açıklamalar, ABD’nin ittifak yapısına zarar vermiştir. Dahası, Ocak 2021’de başkanlık seçimi sonrası gerçekleşen Kongre Binası baskını, Trump’ın seçim sonuçlarını tanımayarak demokrasiye olan bağlılığını sorgulattığı bir dönüm noktasıdır. Bu olay, sadece Amerikan sistemine değil, küresel olarak demokrasinin meşruiyetine de darbe vurmuştur.

ABD, tarihsel olarak dünya siyasetinde birçok alanda etkili olmuş olsa da, güvenilir bir aktör olma vasfını tamamen kaybetmiştir. Trump dönemi, bu eğilimi dramatik biçimde artırmış ve müttefik ülkelerde “ABD’ye ne kadar güvenilebilir?” sorusunu gündeme getirmiştir.

Bu durum, küresel sistemde çok taraflılık ilkesinin zayıflamasına, alternatif kutupların yükselmesine ve Batı ittifakının çözülmesine zemin hazırlamıştır.

Gelgelelim Türkiye-ABD ilişkilerine; tarihsel süreçte sergilenen müdahaleci tutum, çifte standartlı uygulamalar ve Trump’ın başkanlığı dönemindeki sert değişiklikler hem küresel hem de bölgesel müttefikler açısından da yine güven sorunu yaratmıştır. Bu ilişkiler ABD’nin genel güvenilmezliğini ortaya koyarken, özellikle Türkiye perspektifinden Trump dönemi Amerikan politikalarının Ankara-Washington ilişkilerinde nasıl bir güven erozyonu oluşturduğunu net bir şekilde göstermiştir.

Uluslararası ilişkilerde güven, devletlerin yalnızca sözleşmelere değil, öngörülebilir davranış kalıplarına ve ilkesel bağlılıklara dayalı olarak birbirine yaklaşmasını gerektirir. Ancak büyük güçlerin dış politika pratikleri bu ilkelere her zaman sadık kalmaz. ABD, çıkarları gerektirdiğinde dost ya da düşman ayrımı gözetmeksizin strateji değiştirebilen bir aktör olarak öne çıkmaktadır. Bu durum, Türkiye gibi bölgesel güçlerin ABD’ye yönelik güvenini ciddi şekilde sınamaktadır.

Türkiye-Amerika ilişkileri 1950’lerden itibaren NATO ekseninde gelişse de, ABD’nin Türkiye iç siyasetindeki dolaylı etkisi dikkat çekicidir. Özellikle 27 Mayıs 1960 ve 12 Eylül 1980 askerî darbelerinde ABD’nin rolü kamuoyunda uzun süredir tartışma konusudur. 12 Eylül darbesine ilişkin dönemin CIA Ankara İstasyon Şefi Paul Henze’ye atfedilen “Bizim çocuklar başardı.” ifadesi bu algıyı pekiştirmiştir.

1974 yılında gerçekleştirdiği Kıbrıs Barış Harekâtı sonrasında ABD tarafından uygulanan silah ambargosu, iki ülke ilişkilerinde ciddi bir kırılma noktası oluşturmuştur. ABD’nin bu hamlesi, NATO müttefiki olan Türkiye'nin güvenliğini tehdit eder nitelikte görülmüş ve ABD’nin müttefiklerine karşı güvenilmez olduğu yönündeki algıyı güçlendirmiştir.

Uzun süredir ABD dış politikası, Türkiye açısından çelişkili ve tehditkâr uygulamaları da beraberinde getirmektedir. Türkiye’nin Rusya’dan S-400 hava savunma sistemleri alması üzerine ABD, 2020’de CAATSA yaptırımları kapsamında Türkiye’ye savunma alanında kısıtlamalar uygulamıştır. Oysa bu tür bir yaptırımın NATO üyesi bir ülkeye uygulanması, müttefiklik ilişkileriyle çelişen bir tutumdur.

Yine Türkiye'ye yönelik ekonomik tehditler açıkça dile getirilmiştir. Rahip Andrew Brunson krizinde Trump, doğrudan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı hedef alan tweetler atmış ve Türk lirasının değer kaybına neden olan spekülatif dalgayı körüklemiştir. Bu gelişmeler, ABD’nin ekonomik araçları diplomatik baskı unsuru olarak kullanabildiğini açıkça göstermiştir.

Trump dönemi, sadece küresel sistem açısından değil, Türkiye-ABD ilişkileri açısından da bir dönüm noktasıdır. Geleneksel müttefikliğe aykırı olarak ABD, Türkiye’nin ulusal güvenlik hassasiyetlerini dikkate almamış; yaptırımlar, desteklenen terör unsurları ve ekonomik baskılar gibi araçlarla Türk dış politikasını sınırlandırmaya çalışmıştır.

Bu bağlamda, Amerikan kurumsal yapısının Türkiye için güvenilmez aktörler haline geldiği görülmektedir. Türkiye’nin son yıllarda dış politikada “stratejik özerklik” arayışına yönelmesi ve alternatif ittifaklara (Rusya, Çin, Şanghay İşbirliği Örgütü vb.) ilgi göstermesi, bu güven erozyonunun doğrudan sonucudur.