''Düşman bilincimizi kaybettik''

Batılılaşma yüzünden düşman bilincinin yitirildiğini ifade eden Prof. Dr. Lütfi Şeyban, “Türkiye’de ve İslam toplumunda Batı hayranlığı iğrendirici boyutlarda. Oysa Batı’da düşman bilinci İslam düşmanlığı yüzyıllardır dipdiri tutuluyor” dedi.

SÖYLEŞİ: ÖZLEM DOĞAN

İslam medeniyeti büyük bir yelpazedir, gölgesinde nice nesiller nice devletler yetişmiştir. Sekiz asırlık Endülüs Emevi Devleti’nden altı asırlık Osmanlı İmparatorluğu’na kadar sayılabilecek devletler arkalarında tarihten silinmeyecek izler ve eserler bıraktı. Fakat bu eserlerin mirasçılarının adeta reddi miras yaparak yüzünü Batı’ya döndüklerini ve kendi kimliklerinden uzaklaştıklarını görüyoruz. Sakarya Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Lütfi Şeyban ile İslam dünyasında yaşanan kültürel başkalaşımı ve zihinsel erozyonu konuştuk.

-Ramazan ayının ilk günlerinde Endülüs Emevi Devleti’nin hâkim olduğu topraklarda program yaptınız. Büyük bir medeniyetin izlerini de sürecek olursak İslam medeniyetlerinin tarihteki egemenlik ve yıkılış süreçlerini nasıl değerlendirmeliyiz?

Her milleti, her medeniyeti bir organizmaymış gibi düşünmeliyiz. Tüm canlılar doğar, yaşar ve ölür. İslam felsefesinde de aynı anlayış vardır. Endülüs Medeniyeti sekiz asır yaşadı. Onun çağının öncesi ve sonrasında da birçok medeniyet yüzlerce yıl yaşadı. Hayattan çekilirken yerine yeni aktörler bıraktı. Suya atılan taşın çıkardığı dalgalar misali Endülüs Medeniyeti bütün insanlığa mâl oldu.

Ekonomik refahla savaş kabiliyeti yitirildi

-Sekiz asrın sonunda Endülüs Devleti’nin sonunu getiren nedir?

Ekonomik refahın getirdiği konformizm. Büyük medeniyetlerde aynı özellikleri görebilirsiniz. Toplumsal huzur uyuşmayı ve rahatlığı getirir. Bu da dinamizmi minimize ederek hareketsizliğe neden olur. Düşman hareketli ise bu da özgüvenle birlikte düşmanı hafife alan ve savaş kabiliyetini yitiren bir medeniyetin sonu demektir.

-Devletin ileri gelenleri bu tehlikenin farkında varamadılar mı sizce?

Dinamizmini yitiren bir toplum sahip olduğu para ve altınla eksiklerini gidermeye çalışır, paralı asker kullanır. Endülüs’te savaşçı birliklerin en az yarısı kuzeydeki Hristiyan krallardan, Doğu ve Batı Avrupa’dan ve Slav ülkelerinden derlenmiştir. Gayrimüslim paralı asker Müslüman ülkesini ne kadar savunur ki… Aynı durum 9. yüzyılın başlarında Abbasiler’de de söz konusuydu.

Medeniyetler akan bir nehir gibidir

-Peki, tarih sahnesinden çekilen İslam medeniyetlerinden geriye ne kaldı?

Bütün medeniyetler akan bir nehre benzer. Bu nehrin oluşumuna irili ufaklı akarsular katkıda bulunur. Eski çağlardaki medeniyetler ve İslam medeniyeti de bu medeniyet nehrine katkıda bulunmuştur. İnsanlık nehir misali akıp gidiyor. Sona ermiş gibi görünen aktörler de bıraktıkları mirasla yaşamaya devam ediyor.

-Bu miras nesilden nesile nasıl aktarılıyor?

Her bir millet ve her bir devlet kendi tarihini incelerken, toplumunun medeniyetine ne kadar bağlı olduğuna bakmalıdır. Bu ortak geleneğe ancak hikâyelerle bağlanılır. Bu bağı hikâye anlatıcılar kurar. Büyükbaba ve büyük annesinin kucağında büyüyüp onların hikâyelerini dinleyen çocuğun zihnindeki tasavvura etrafındaki diğer aktörler de katılır. Türk Osmanlı toplumunda böyledir. İnsanlık; dinini, kültürünü, hayat tarzını, dünyaya bakış açısını yeni nesillere hikâyelerle anlatır.

Ancak kendi hikâyelerimizle biz varız

-İçinde bulunduğumuz çağda hikâyelerden uzak gibiyiz, öyle değil mi?

Günümüzde dinimizin, kültürümüzün ancak hikâyelerle ve bu hikâyeleri hayatına yansıtan insanların yaşantısıyla aktarılabileceğini fark edemiyoruz. Çünkü insanoğlu duygusal bir yaratıktır. Duygularla dünyayı kavrar, kavradığı dünyayı pratize ederken aklını kullanır.

-Dini anlama ve yaşamada akıl mı öne çıkıyor duygular mı?

İnsan hayatında ve toplumda ikisinin işlevi farklıdır. Duygu ve akıl birbirine rakip ya da alternatif değildir. Duygularımız gelenek ve insanlığın mirasıyla duygusal bağ kurmamızı sağlar ki bu bağı kurabilen ancak ‘insan olma’ şansı elde edebilir. Anne, baba, arkadaş, eş, kardeş olarak duygusal bir yakınlık duyduğumuz kişileri sevebiliriz. Ondan sonra öğrenme başlar.

Başka uygarlığa geçiş din değiştirmek demektir

-Bu öğrenme ve medeniyetlerle bağ kurma nereden başlıyor?

Bir millet, kendi hayat tarzına aykırı olmasına rağmen okullarında ya da toplumsal ortamlarda düşman ya da rakip milletlerin hayat tarzı anlatılıyorsa o toplum ya buna müsaade ediyordur ya da zorla rıza gösteriyordur. Bu millet o hikâyelerin sahibi olan uygarlığa geçiyor demektir. Uygarlığa geçiş demek kitlesel din değiştirmektir. Tarihsel süreçleri incelediğinizde bunun böyle olduğunu görürsünüz.

-Tarihten örnek verecek olursak…

Türklerin kitlesel İslamlaşmasına baktığınızda kendilerine ait yüzlerce yıllık hikâyelerinin yanına megazî ve siyerden hikâyeler eklediğini görürsünüz; Battal Gazi hikâyeleri gibi. Halkın İslamlaşması tamamen İslam’ın hikâyelerinin o millete anlatılmaya başlanmasıyla gerçekleşmiştir. Siyasi hâkimiyetle de perçinleşmiştir. Bir milletin çocuklarına, halkına anlatılan hikâyeler hangi kültür ve dine aitse o millet o kültürün, o dinin mensuplarının egemenliğindedir.

-Batı’da gerçekleşen katliamlara ya da tarihsel kayıplara İslam dünyasından da üzüntü mesajları yağıyor fakat aynı hadiseler Müslümanların başına geldiğinde Avrupa’dan hiçbir ses çıkmıyor. Bu durumu nasıl okumalıyız?

Örneğin yangında büyük zarar gören Notre Damme Katedrali Batı kültürünün bir parçası. Kendi kültür varlıklarına sahip çıkması çok doğal. Buna karşın İslam dünyasındaki, Çin’deki ve yahut Japonya’daki bir kültür varlığını umursamaması da çok normal. Bağımsız ve güçlü olan Batı, kendi kültürünü kendi halkına her vasıtayla anlatırken diğer medeniyet ve dinleri aşağılar, ötekileştirir. Çünkü halkının rakip medeniyetlere sempatik bakmasına engel olur.

İğrendirici boyutta Batı hayranlarımız var

-Biz bunu neden başaramıyoruz? Neden içimizden Batı hayranı nesiller yetişiyor?

Her varlık zıddıyla var olabilir. Bizim bağımsız olmayışımızın en büyük sebebi düşman bilincimizi yitirmemizdir. Batı’da düşman bilinci her gün canlı tutuluyor. İslam düşmanlığı bu yüzden yüzyıllardır diri. Kasıtlı olarak yapıyorlar ve onların açısından bakıldığında bu Batı’nın görevi. Biz kendimize bakalım. Bizdeki Batı ve Amerikan hayranlığı her kesimde çok bariz ve iğrendirici boyutlarda yaşanıyor. ABD’de doğum yapanlar, tatilini oralarda geçirenler, çocuklarının isimlerini Batı kültüründen seçenler gibi…

Batılılaşma süreci geçmişimizle bağımızı kopardı

-Köklü bir medeniyetin mirasçısı olduğumuz halde neden bu hale geldik?

Türkiye toplumu olarak binlerce yıllık geleneğimizden beslenemiyoruz. Bunun sebebi de yapılan batılılaşma devrimleridir, okullarda batılıların hikâyelerinin okunmasıdır, televizyonlarda onların filmlerinin izletilmesidir, alfabenin değiştirilmesidir, Kuran’la ve yüzlerce yıllık kültürel mirasla bağlarımızın kopartılmasıdır.

-Bu başkalaşım fertte nasıl tezahür ediyor?

Bir kişinin ya da toplumun hangi dine ve kültüre mensup olduğunu tespit etmek için duygularını nerede tatmin ettiğine bakmak lazım. Dinlenme, eğlenme, gezme, izlediği film, dinlediği müzik ve sevgi ihtiyacı gibi temel ihtiyaçların bir üst kademesinde yer alan tanınma ve kabul edilme aşamasındaki ihtiyaçlarını ne şekilde gideriyor, bu yeterli analizi sağlayacaktır.

-O halde yüzlerce yıldır medeniyetimize savaş açmış olanlara mı benzedik?

Şahsiyetli medeniyetler düşmandan sadece işine yarayacak tekniği alır, kültürüne, dinine sempatik bakacak hiçbir harekete izin vermez. Peygamberimiz de ‘tırnağınızı bile onlardan farklı kesin’ buyurmuştur. Onlarla ortak benzerleriniz olduğu sürece aradaki farkı göremez hale gelirsiniz. Her topluluğun bir lideri vardır. Hangi kültür, hangi din liderlik ediyorsa onun kuralları geçerli olur.

Cumhuriyetin kurucu ekibi de Batı hayranı

-İslam kültürünün bu benzeşmeye bakış açısı nasıl?

İslam tarihinde başka dinin medeniyetine hoşgörü diye bir şey yoktur. Yaşanan süreçte düşmana o kadar entegre olunmuştur ki Müslümanlar adeta Fransız’a, Amerikalı’ya, İngiliz’e dönüşmüştür. Görünüş Türk ya da Arap olsa da kafa yapısı ve yaşantısı onlara ait olduğu için Avrupa’nın sevincine sevinirler, üzüntüsüne üzülürler. Çünkü onların kültürüyle yetişip büyümüşlerdir. Tıpkı Cumhuriyetin kurucu kadrosundaki ekip gibi…

Yeniden düşman bilincini inşa etmeliyiz

-Bu bizden olmayan bizi yeniden kendi medeniyetimize kazandırmak için neler yapmalıyız?

Toplumumuzda düşman bilincini yeniden inşa etmeliyiz. Bin yıllık bir perspektifle ele alınıp değerlendirmemiz şart fakat buna müsaade etmezler. Lise ve üniversite ders kitaplarına bakın; Okullarımızda Yılmaz Öztuna okutulmaz, Bernard Lewis ve onun temsil ettiği uygarlık okutulur, sempatik gösterilir. Bunun gibi yüzlerce uygulama her alanda hem Türkiye’de hem de diğer İslam ülkelerinde yaşayan Müslümanları batılıların kuyruğuna rapt ediyor, gönüllü hizmetkâra dönüştürüyor.

PROF. DR. LÜTFİ ŞEYBAN KİMDİR?------------------------------------------------------------------

1966 yılı Adapazarı doğumlu olan Lütfi Şeyban, Lisans eğitimini Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Tarihi ve Sanatları bölümünde, Yüksek Lisans eğitimini Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Ortaçağ Tarihi bölümünde ve Doktora eğitimini İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Ortaçağ Tarihi bölümünde tamamladı. 1996 yılından bu yana Sakarya Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesinde, öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır. Osmanlı Türkçesi, Arapça, İngilizce ve pratik Rusça bilen yazar evli ve 2 çocuk babasıdır. Bilimsel çalışma alanları Endülüs, Akdeniz merkezli İslam, Avrupa ilişkileri tarihi, Türk-İslam kültür ve sanat tarihi, İslam tarihinde kadın, tarih metodolojisi ve kişisel-kültürel gelişimdir.