İnsan suresinin tefsiri nasıldır?

İnsan suresinde insanın yaratılışı anlatılıyor. Kuranı Kerimde 76. sırada yer alan İnsan suresi 31 ayeti kerimedir. Mekke döneminde nazil olmuştur. Peki İnsan suresinin konusu nedir? İşte İnsan suresinin tefsiri..

İnsan suresinde insanın yaratılışı anlatılıyor. Kuranı Kerimde 76. sırada yer alan İnsan suresi 31 ayeti kerimedir. Mekke döneminde nazil olmuştur. Peki İnsan suresinin konusu nedir? İşte İnsan suresinin tefsiri..

İnsan Sûresi Tefsiri

1. İnsanın üzerinden öyle uzun bir zaman gelip geçti ki, daha henüz o adı sanı anılmaya değer bir şey bile değildi.

3. Biz ona doğru yolu da eğri yolu da gösterdik. Artık isterse şükreder, doğru yolda gider; isterse nankörlük edip eğri yollara sapar.

4. Ama şunu unutmasın ki, biz kâfirler için zincirler, demir kelepçeler ve alevli bir ateş hazırladık.

İnsan, kâinat sarayının en değerli misafiridir. Allah Teâlâ gökleri, yeri ve bunların içinde bulunan tüm varlıkları yarattı. Son olarak insanı var edip, bütün varlığı onun hizmetine verdi. İşte bu yaratılış sürecinde o kadar uzun zamanlar geçti ki, belki bunu rakamla ifade etmek mümkün olmayabilir. Bu başı sonu belli olmayan uzun zamana اَلدَّهْرُ (dehr) denilir. ح۪ينٌ (hîn) ise sınırlı herhangi bir zaman, bir süre anlamındadır. Dehr dediğimiz bu uzun zaman içinde öyle bir vakit oldu ki, insan henüz o vakitte zikre değer bir varlık değildi. Kâinat onun için yaratılıyor, her şey onun için hazırlanıyordu, fakat o henüz ortada yoktu. İlm-i ilâhîde insan denen varlığın yaratılacağına karar verilmişti, fakat onun henüz ilimden fiile geçip gün yüzüne çıkma zamanı gelmemişti. Yani insan yokluk içinde bulunuyordu, yoktu.

İnsanın henüz zikre değer bir varlık olmadığı süre, toprak ve çamur safhasından başlayıp, ana rahmindeki safhaları geçerek mükemmel insan halinde dünyaya gelmesine kadar geçen süre de olabilir. Nitekim devam eden âyetler insanın bu yaratılış sürecini anlatır:

Nutfe, menî içindeki milyonlarca spermden biridir. İnsanın tohumudur. Burada “emşâc” olarak sıfatlanmıştır. اَمْشَاجٌ (emşâc), karışmak, karıştırmak mânasındaki اَلْمَشْجُ (meşc)in, yahut karışım anlamındaki اَلْمَش۪يجُ (meşîc)in çoğuludur. Burada erkeğin suyu ile kadının suyunun karışımına, yani spermin kadının suyuyla birleşmesi durumuna نُطْفَةٌ اَمْشَاجٌ (nutfetun emşâc) denilir. Böylece âyette insanın, menî hayvancığının yumurta ile birleşmesiyle yaratıldığına işaret edilmiş olur. Allah Teâlâ, nutfe safhasından başlayarak kademe kademe insanı yaratmış, gerçekleri idrak edebilmesi için onu işitme ve görme melekesiyle donatmıştır. Bundan maksat, onun önünü sonunu düşünecek, duyup gördüklerinden ders ve ibret alacak akıllı bir varlık olmasıdır. Çünkü Allah Teâlâ’nın muradı, onu imtihan etmektir. Bu sebeple imtihanın bütün şartlarını düzenlemiştir. Bunlarla birlikte peygamber göndermek ve kitaplar indirmek suretiyle insana cennete ve cemâlullaha varan doğru yolu da göstermiştir; onu cehenneme sürükleyecek eğri yolu da. Bu durumda insan için iki yoldan birini tercih etmek düşer:

› Ya bütün bu nimetlerin sahibine inanır, O’nu tanır ve kendine lütfettiği nimetlerin şükrünü yerine getirmeye çalışır;

› Ya da kalbinin kapılarını hidâyete kapatarak küfür ve nankörlük yolunu tutar.

Ancak bu kadar lütf u inâyetten sonra küfür ve nankörlük yolunu tutanları, cehennemde ayakların bağlanacağı zincirler, ellerin boyunlara takılacağı demir halkalar ve alev alev yanan çılgın bir ateş beklemektedir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Cehennemlikler, boyunlarında demir halkalar ve zincirler olduğu halde sürüklenecekler, kaynar suyun içine! Sonra da ateşte cayır cayır yakılacaklar.” (Mü’min 40/71-72)

Şükreden mü’min kullara gelince:

2. Doğrusu biz insanı baba ve anneden gelip birleşen karışık bir nutfeden yarattık. Onu imtihan etmek istiyoruz; bu sebeple kendisini işiten ve gören bir varlık kıldık.

İnsan, kâinat sarayının en değerli misafiridir. Allah Teâlâ gökleri, yeri ve bunların içinde bulunan tüm varlıkları yarattı. Son olarak insanı var edip, bütün varlığı onun hizmetine verdi. İşte bu yaratılış sürecinde o kadar uzun zamanlar geçti ki, belki bunu rakamla ifade etmek mümkün olmayabilir. Bu başı sonu belli olmayan uzun zamana اَلدَّهْرُ (dehr) denilir. ح۪ينٌ (hîn) ise sınırlı herhangi bir zaman, bir süre anlamındadır. Dehr dediğimiz bu uzun zaman içinde öyle bir vakit oldu ki, insan henüz o vakitte zikre değer bir varlık değildi. Kâinat onun için yaratılıyor, her şey onun için hazırlanıyordu, fakat o henüz ortada yoktu. İlm-i ilâhîde insan denen varlığın yaratılacağına karar verilmişti, fakat onun henüz ilimden fiile geçip gün yüzüne çıkma zamanı gelmemişti. Yani insan yokluk içinde bulunuyordu, yoktu.

İnsanın henüz zikre değer bir varlık olmadığı süre, toprak ve çamur safhasından başlayıp, ana rahmindeki safhaları geçerek mükemmel insan halinde dünyaya gelmesine kadar geçen süre de olabilir. Nitekim devam eden âyetler insanın bu yaratılış sürecini anlatır:

Nutfe, menî içindeki milyonlarca spermden biridir. İnsanın tohumudur. Burada “emşâc” olarak sıfatlanmıştır. اَمْشَاجٌ (emşâc), karışmak, karıştırmak mânasındaki اَلْمَشْجُ (meşc)in, yahut karışım anlamındaki اَلْمَش۪يجُ (meşîc)in çoğuludur. Burada erkeğin suyu ile kadının suyunun karışımına, yani spermin kadının suyuyla birleşmesi durumuna نُطْفَةٌ اَمْشَاجٌ (nutfetun emşâc) denilir. Böylece âyette insanın, menî hayvancığının yumurta ile birleşmesiyle yaratıldığına işaret edilmiş olur. Allah Teâlâ, nutfe safhasından başlayarak kademe kademe insanı yaratmış, gerçekleri idrak edebilmesi için onu işitme ve görme melekesiyle donatmıştır. Bundan maksat, onun önünü sonunu düşünecek, duyup gördüklerinden ders ve ibret alacak akıllı bir varlık olmasıdır. Çünkü Allah Teâlâ’nın muradı, onu imtihan etmektir. Bu sebeple imtihanın bütün şartlarını düzenlemiştir. Bunlarla birlikte peygamber göndermek ve kitaplar indirmek suretiyle insana cennete ve cemâlullaha varan doğru yolu da göstermiştir; onu cehenneme sürükleyecek eğri yolu da. Bu durumda insan için iki yoldan birini tercih etmek düşer:

› Ya bütün bu nimetlerin sahibine inanır, O’nu tanır ve kendine lütfettiği nimetlerin şükrünü yerine getirmeye çalışır;

› Ya da kalbinin kapılarını hidâyete kapatarak küfür ve nankörlük yolunu tutar.

Ancak bu kadar lütf u inâyetten sonra küfür ve nankörlük yolunu tutanları, cehennemde ayakların bağlanacağı zincirler, ellerin boyunlara takılacağı demir halkalar ve alev alev yanan çılgın bir ateş beklemektedir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Cehennemlikler, boyunlarında demir halkalar ve zincirler olduğu halde sürüklenecekler, kaynar suyun içine! Sonra da ateşte cayır cayır yakılacaklar.” (Mü’min 40/71-72)

Şükreden mü’min kullara gelince:

5. İyilik, ihlas ve fazilet sahibi insanlar, karışımı kâfûr olan cennet içeceği dolu bir kadehten içerler.

5. âyette yer alan اَلْاَبْرَارُ (ebrâr), tam mânasıyla iyilik sahibi, itaat eden, iyi insanlar demektir. Bunlar, Allah’a inanan, O’na hakkiyle kulluk eden, Allah’ın farzlarını ve emirlerini yerine getiren ve yasakladığı şeylerden de uzak duran kimselerdir. Kötülüğe razı olmazlar, karıncayı bile incitmezler. “Ebrâr” isminin kullanılmasıyla, “şükür”den maksadın amel ederek şükretme olup bunun ancak iyilik, hayır, ihsan ve doğru sözlülükle yerine getirileceğine dikkat çekilir. (bk. Bakara 2/177; Âl-i İmrân 3/92) Allah katında övgüye layık olduklarına işaret edilmek üzere de, onlardan عِبَادُ اللّٰهِ (‘ibâdullâh) yani “Allah’ın has kulları” olarak bahsedilir.

O hayırlı insanların sahip oldukları elbette çok güzel vasıflar vardır. Burada hatırlatılanlar şunlardır:

Birincisi; adaklarını yerine getirirler. Adak, insanın yerine getirmeyi va‘dettiği her türlü iştir. Dinde ise “dinen mükellef tutulmadığı halde kişinin kendi vaadiyle üzerine vacip kıldığı ibâdet ve iyilik” demektir. Dolayısıyla bu iyi insanlar, hem Allah’ın kendilerine farz kıldığı namaz, oruç, zekât, hac gibi vecîbeleri yerine getirirler, hem de buna ilaveten kendiliklerinden Allah rızâsı için adadıkları ibâdetleri yapar, sözlerini tutar, ahitlerini ifa ederler.

İkincisi; şerri, yıkımı, kötülük ve felâketi uçan, uçuşan, yangın gibi her tarafa yayılan, asık suratlı, çatık kaşlı, insanların suratını ekşiten dehşetli kıyâmet gününden korkarlar. Aslında onlara tesir eden ve vazifelerini harfiyen yapmaya sevk eden âmil de bu korkudur. Allah huzurunda verecekleri uhrevî hesap ve ceza endişesidir.

Üçüncüsü; canları çektiği halde yemeği fakîre, yetime ve esire yâni muhtaç olan kimselere ikram ederler. Bunu yüksünerek veya kerhen değil, severek yaparlar. Gözden çıkardıklarını değil, sevdikleri, beğendikleri ve faydalanabilecekleri nimetleri muhtaçlarla paylaşırlar. Bunu sırf Allah rızâsı için yaparlar. Ayrıca ikramda bulundukları kimselerden ne bir maddi karşılık, ne de teşekkür beklerler. Çünkü en faziletli iyilik, maddi manevî hiçbir karşılık beklemeden sırf Allah rızâsı için yapılan iyiliktir.

Bu sebepledir ki; Hz. Âişe bir yoksula yardım ettiği zaman, yoksulun hayır duasına karşılık aynı dua ile mukâbelede bulunurdu. Kendisine:

“–Hem mal veriyorsun hem de dua ediyorsun, bu nasıl oluyor?” diye sorulduğunda şu cevâbı verirdi:

“–Onun yaptığı duanın, benim sadakamın karşılığı olmasından korkuyorum. Bana yaptığı duanın aynısını ona yapıyorum ki, sadakam hâlis olsun, böylece infâkımın mükâfâtını Sadece Allah’tan beklemiş olayım.”[1]

Nitekim Hz. Ali ve Hz. Fatıma hakkında rivayet edilen şu hâdise ne kadar ibretlidir:

Hz. Hasan ve Hüseyin çocukken bir hastalığa yakalandılar. Hz. Ali ve Hz. Fâtıma üç gün oruç tutmayı adadılar. Birinci gün iftarlarını açacakları zaman bir yoksul geldi:

“–Allah rızâsı için yiyecek bir şeyler!..” dedi.

Sofralarındaki yiyeceklerini verdiler. Suyla iftar edip ikinci gün oruca niyet ettiler. İkinci gün iftar vaktinde, bir yetim kapıyı çaldı.

“–Allah için bir lokma!” deyince, yine sofradaki yiyeceklerini ona verdiler.

Kendileri suyla iftar edip, ertesi günkü oruca niyet ettiler.

Üçüncü gün aynı saatlerde bir köle gelerek yiyecek istedi. Yine sofralarındaki lokmalarını ona ikrâm ettiler ve yine suyla iftar ettiler. Bunun üzerine bu âyetler nâzil oldu. (bk. Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 470; Zemahşerî, el-Keşşâf, VI, 191-192)

Bu âyetlerde üç husus dikkatimizi çekmektedir:

› Allah’ın mahlûkatına merhamet ve şefkat nazarıyla bakabilmek; yetimin, fakirin ve esirin gönlüne girebilmektir.

Resûlullah (s.a.s.)’in şöyle ikaz etmektedir:

“Güçlü ve kuvvetliyken, sıhhatin yerindeyken, cimriliğin üzerinde ve fakir düşmekten endişe etmekteyken, daha zengin olmayı düşlerken verdiğin sadakanın sevabı daha çoktur. Bu işi can boğaza gelip de «falana şu kadar, filana bu kadar» diye vasiyete bırakma. Zâten o mal artık mirasçılardan şunun veya bunun olmuştur.” (Buhârî, Zekât 11; Müslim, Zekât 92)

Bu hususta Ebûbekir Verrâk (r.h.) şöyle der: “Malını muhtaçlara vermeyen, cenneti ümit etmesin! Fakiri sevmeyen de Peygamber Efendimizi sevdiğini iddia etmesin. İkisi de yalancıdır!”

› Yapılacak iyilikleri Allah rızâsı için yapabilmektir.

› Bir mü’min kalbinin, Allah korkusu ve hesap endişesiyle dolu olması hâlidir.

Şimdi gelelim bu bahtiyar kullara va’dedilen büyük nimet ve ihsanlara:

› Onlar içine kâfûr katılmış, sarhoş etmeyen, saçma sözler söyletmeyen, sadece zevk ve neş’e veren son derece berrak bir içecek içerler. (bk. Vâkıa 56/19; Saffât 37/46-47)

اَلْكَافُورُ (kâfur), beyaz ve hoş bir renkte, güzel kokulu, serin, kötü kokuya karşı tesirli ve tabii olarak kalbi kuvvetlendiren Araplarca meşhur bir şeydir. Dolayısıyla cennet kâsesinin bu tabiatta olması onun temizliğini, hoşluğunu, berraklığını ve güzelliğini ifade eder. “Kâfur”un, dünyada bilinmeyen bambaşka bir içecek veya içecek katkısı olduğu da belirtilir. Nitekim İbn Abbas (r.a.), bunun cennette bir pınarın adı olduğunu söyler. Ona عَيْنُ الَكَافُورِ (‘aynü’l-kâfûr) yani “kâfûr pınarı” denilir. (bk. Kurtubî, el-Câmi‘, XIX, 125) Buna göre bahsedilen iyi kişilerin, o dolgun kadehten kâfur denilen bu çeşmenin suyunu veya içine o çeşmeden katılan bir cennet içeceğini içecekleri anlaşılır. Dolayısıyla o kâfûr cennette bir çeşme, bir kaynak, bir pınardır. Öyle bir iki kadeh almakla tükenecek gibi değil, akıp giden bir kaynaktır, bir pınardır. Allah’ın cennetle şereflenen kulları hem o kaynaktan içerler, hem de onu diledikleri yerlere kolay kolay akıtırlar.

› Cenâb-ı Hak, bu ihlâs ve hizmetlerine mukâbil onları, çok korktukları o belâlı günden korur, yüzlerine parlaklık ve gönüllerine sürûr ihsan eder. Kötülükten kaçınmaya, iyilikleri yapmaya sabrettikleri için onları cennete koyar ve onlara ipek elbiseler giydirir.

O güzel kullar için hazırlanmış diğer nimetler şöyle:

[1] Necati Yeniel-Hüseyin Kayapınar, Sünen-i Ebû Dâvûd Tercüme ve Şerhi, İstanbul, 1988, VI, 304.

6. O kâfûr bir pınardır ki, Allah’ın has kulları ondan içer, onu istedikleri yere kolaylıkla gürül gürül akıtırlar.

7. O has kullar, verdikleri sözleri ve üzerlerine aldıkları sorumlulukları yerine getirirler; dehşeti ve felâketi bütün ufukları saracak bir günden korkarlar.

8. Kendi canları çekmesine rağmen yiyeceklerini yoksula, yetîme ve esire seve seve yedirirler.

9. Derler ki: “Biz sizi Allah rızâsı için doyuruyoruz. Yoksa sizden ne bir karşılık bekliyoruz, ne de bir teşekkür.”

10. “Çünkü biz o asık suratlı, çatık kaşlı, korkunç ve dehşetli günde Rabbimizin azabından korkarız.”

11. Allah da onları o günün felâketinden korur; yüzlerine parlaklık ve gönüllerine sevinç verir.

12. Sabretmelerine karşılık onları cennet ve ipekten elbiselerle mükâfatlandırır.

5. âyette yer alan اَلْاَبْرَارُ (ebrâr), tam mânasıyla iyilik sahibi, itaat eden, iyi insanlar demektir. Bunlar, Allah’a inanan, O’na hakkiyle kulluk eden, Allah’ın farzlarını ve emirlerini yerine getiren ve yasakladığı şeylerden de uzak duran kimselerdir. Kötülüğe razı olmazlar, karıncayı bile incitmezler. “Ebrâr” isminin kullanılmasıyla, “şükür”den maksadın amel ederek şükretme olup bunun ancak iyilik, hayır, ihsan ve doğru sözlülükle yerine getirileceğine dikkat çekilir. (bk. Bakara 2/177; Âl-i İmrân 3/92) Allah katında övgüye layık olduklarına işaret edilmek üzere de, onlardan عِبَادُ اللّٰهِ (‘ibâdullâh) yani “Allah’ın has kulları” olarak bahsedilir.

O hayırlı insanların sahip oldukları elbette çok güzel vasıflar vardır. Burada hatırlatılanlar şunlardır:

Birincisi; adaklarını yerine getirirler. Adak, insanın yerine getirmeyi va‘dettiği her türlü iştir. Dinde ise “dinen mükellef tutulmadığı halde kişinin kendi vaadiyle üzerine vacip kıldığı ibâdet ve iyilik” demektir. Dolayısıyla bu iyi insanlar, hem Allah’ın kendilerine farz kıldığı namaz, oruç, zekât, hac gibi vecîbeleri yerine getirirler, hem de buna ilaveten kendiliklerinden Allah rızâsı için adadıkları ibâdetleri yapar, sözlerini tutar, ahitlerini ifa ederler.

İkincisi; şerri, yıkımı, kötülük ve felâketi uçan, uçuşan, yangın gibi her tarafa yayılan, asık suratlı, çatık kaşlı, insanların suratını ekşiten dehşetli kıyâmet gününden korkarlar. Aslında onlara tesir eden ve vazifelerini harfiyen yapmaya sevk eden âmil de bu korkudur. Allah huzurunda verecekleri uhrevî hesap ve ceza endişesidir.

Üçüncüsü; canları çektiği halde yemeği fakîre, yetime ve esire yâni muhtaç olan kimselere ikram ederler. Bunu yüksünerek veya kerhen değil, severek yaparlar. Gözden çıkardıklarını değil, sevdikleri, beğendikleri ve faydalanabilecekleri nimetleri muhtaçlarla paylaşırlar. Bunu sırf Allah rızâsı için yaparlar. Ayrıca ikramda bulundukları kimselerden ne bir maddi karşılık, ne de teşekkür beklerler. Çünkü en faziletli iyilik, maddi manevî hiçbir karşılık beklemeden sırf Allah rızâsı için yapılan iyiliktir.

Bu sebepledir ki; Hz. Âişe bir yoksula yardım ettiği zaman, yoksulun hayır duasına karşılık aynı dua ile mukâbelede bulunurdu. Kendisine:

“–Hem mal veriyorsun hem de dua ediyorsun, bu nasıl oluyor?” diye sorulduğunda şu cevâbı verirdi:

“–Onun yaptığı duanın, benim sadakamın karşılığı olmasından korkuyorum. Bana yaptığı duanın aynısını ona yapıyorum ki, sadakam hâlis olsun, böylece infâkımın mükâfâtını Sadece Allah’tan beklemiş olayım.”[1]

Nitekim Hz. Ali ve Hz. Fatıma hakkında rivayet edilen şu hâdise ne kadar ibretlidir:

Hz. Hasan ve Hüseyin çocukken bir hastalığa yakalandılar. Hz. Ali ve Hz. Fâtıma üç gün oruç tutmayı adadılar. Birinci gün iftarlarını açacakları zaman bir yoksul geldi:

“–Allah rızâsı için yiyecek bir şeyler!..” dedi.

Sofralarındaki yiyeceklerini verdiler. Suyla iftar edip ikinci gün oruca niyet ettiler. İkinci gün iftar vaktinde, bir yetim kapıyı çaldı.

“–Allah için bir lokma!” deyince, yine sofradaki yiyeceklerini ona verdiler.

Kendileri suyla iftar edip, ertesi günkü oruca niyet ettiler.

Üçüncü gün aynı saatlerde bir köle gelerek yiyecek istedi. Yine sofralarındaki lokmalarını ona ikrâm ettiler ve yine suyla iftar ettiler. Bunun üzerine bu âyetler nâzil oldu. (bk. Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 470; Zemahşerî, el-Keşşâf, VI, 191-192)

Bu âyetlerde üç husus dikkatimizi çekmektedir:

› Allah’ın mahlûkatına merhamet ve şefkat nazarıyla bakabilmek; yetimin, fakirin ve esirin gönlüne girebilmektir.

Resûlullah (s.a.s.)’in şöyle ikaz etmektedir:

“Güçlü ve kuvvetliyken, sıhhatin yerindeyken, cimriliğin üzerinde ve fakir düşmekten endişe etmekteyken, daha zengin olmayı düşlerken verdiğin sadakanın sevabı daha çoktur. Bu işi can boğaza gelip de «falana şu kadar, filana bu kadar» diye vasiyete bırakma. Zâten o mal artık mirasçılardan şunun veya bunun olmuştur.” (Buhârî, Zekât 11; Müslim, Zekât 92)

Bu hususta Ebûbekir Verrâk (r.h.) şöyle der: “Malını muhtaçlara vermeyen, cenneti ümit etmesin! Fakiri sevmeyen de Peygamber Efendimizi sevdiğini iddia etmesin. İkisi de yalancıdır!”

› Yapılacak iyilikleri Allah rızâsı için yapabilmektir.

› Bir mü’min kalbinin, Allah korkusu ve hesap endişesiyle dolu olması hâlidir.

Şimdi gelelim bu bahtiyar kullara va’dedilen büyük nimet ve ihsanlara:

› Onlar içine kâfûr katılmış, sarhoş etmeyen, saçma sözler söyletmeyen, sadece zevk ve neş’e veren son derece berrak bir içecek içerler. (bk. Vâkıa 56/19; Saffât 37/46-47)

اَلْكَافُورُ (kâfur), beyaz ve hoş bir renkte, güzel kokulu, serin, kötü kokuya karşı tesirli ve tabii olarak kalbi kuvvetlendiren Araplarca meşhur bir şeydir. Dolayısıyla cennet kâsesinin bu tabiatta olması onun temizliğini, hoşluğunu, berraklığını ve güzelliğini ifade eder. “Kâfur”un, dünyada bilinmeyen bambaşka bir içecek veya içecek katkısı olduğu da belirtilir. Nitekim İbn Abbas (r.a.), bunun cennette bir pınarın adı olduğunu söyler. Ona عَيْنُ الَكَافُورِ (‘aynü’l-kâfûr) yani “kâfûr pınarı” denilir. (bk. Kurtubî, el-Câmi‘, XIX, 125) Buna göre bahsedilen iyi kişilerin, o dolgun kadehten kâfur denilen bu çeşmenin suyunu veya içine o çeşmeden katılan bir cennet içeceğini içecekleri anlaşılır. Dolayısıyla o kâfûr cennette bir çeşme, bir kaynak, bir pınardır. Öyle bir iki kadeh almakla tükenecek gibi değil, akıp giden bir kaynaktır, bir pınardır. Allah’ın cennetle şereflenen kulları hem o kaynaktan içerler, hem de onu diledikleri yerlere kolay kolay akıtırlar.

› Cenâb-ı Hak, bu ihlâs ve hizmetlerine mukâbil onları, çok korktukları o belâlı günden korur, yüzlerine parlaklık ve gönüllerine sürûr ihsan eder. Kötülükten kaçınmaya, iyilikleri yapmaya sabrettikleri için onları cennete koyar ve onlara ipek elbiseler giydirir.

O güzel kullar için hazırlanmış diğer nimetler şöyle:

[1] Necati Yeniel-Hüseyin Kayapınar, Sünen-i Ebû Dâvûd Tercüme ve Şerhi, İstanbul, 1988, VI, 304.

13. O cennette koltuklar üzerine yaslanıp otururlar. Orada ne yakıcı bir güneş sıcağı görürler, ne de dondurucu bir kış soğuğu.

14. Cennet ağaçlarının huzur ve rahatlık veren gölgeleri onları bürür. Salkım salkım meyveler, hemen elleriyle koparacakları mesafeye kadar sarkar.

15. Etraflarında fır dönen hizmetçiler, gümüşten kaplar ve billûr kupalarla onlara içecek taşır, yemek ikram ederler.

16. Gümüşten billûr kupalarla ki, hizmet edenler onları cennet ehlinin iştahlarına göre doldururlar.

17. Orada onlara, içlerindeki içeceğe zencefil katılmış dolu dolu kadehler sunulur.

18. Bu kadehler, ismine Selsebîl denilen bir pınardan doldurulur.

19. Etraflarında hiç yaşlanmayan ölümsüz gençler âdeta pervane olur. Onları bir görsen, parlaklıklarından ötürü saçılmış inciler sanırsın.

20. Ne yana baksan hayâle gelmez nimetler, ihtişam ve büyük bir saltanat görürsün.

21. Cennetliklerin üzerlerinde ince ve kalın ipekten yeşil elbiseler vardır. Gümüş bileziklerle süslenirler. Rableri onlara tertemiz bir içecek içirir.

22. Onlara şöyle denir: “Bütün bunlar, sizin için hazırlanmış bir mükâfattır. Dünyadaki amel ve gayretleriniz böylece kabule şâyan olmuştur.”

Allah Teâlâ, önce anlatılanlara ilâveten has kulları için hazırladığı nimetleri saymaya şöyle devam ediyor:

› İtina ile işlenmiş ve döşenmiş koltuklar üzerine oturup yaslanırlar. Cennette güneşin sıcağı gibi aşırı sıcak görmeyecekleri gibi, aşırı derecede soğuk da görmezler.

Çünkü cennet kendine has bir nurla aydınlanacak ve orada mü’mine sıkıntı verecek hiçbir şey olmayacaktır. Onları cennet ağaçlarının gölgeleri bürür, meyveleri onlara doğru eğildikçe eğilir. Öyle ki ayakta olan da, oturan da, yatan da onları kolaylıkla alabilir. Uzaklıkları veya dikenli oluşları sebebiyle elleri geri boş dönmez.

› Cennetliklerin önlerinde parlak gümüş kaplarla yemekler, berrak billûr testilerle içecek dolaştırılır. Kadehlerine istedikleri kadar içecek konulup kendilerine ikram edilir. (bk. Zuhruf 43/71)

› Onlara gümüş billûr kadehlerle, içine zencefîl karıştırılmış bir içecekten doldurulup ikram edilir.

Zencefîl, güzel kokusuyla içeceğe lezzet veren çok hoş bir baharattır. Buradan anlaşıldığına göre, cennet ehline içirilen içeceğe yukarıda geçtiği gibi kâh kâfûr, kâh zencefîl karıştırılmaktadır. Yahut bu içecek, kâh kâfûr pınarından, kâh zencefîl pınarından doldurulmaktadır. Kâfûr serinlik, zencefîl ise sıcaklık verir. Cennetliklerin her iki zevki de tatmaları istenir. Zencefil karışımlı olan ve müslümana sadece neş’e üstüne neş’e veren bu içecek de tükenmeyecek kadar çoktur. Çünkü onun kaynağı Selsebîl denilen bir pınardır. Selsebîl, içilmesi gayet lezzetli, tatlı, boğazdan çok rahat geçen bir içecektir.

› Altın ve gümüş kaplara konmuş leziz yemekleri, gümüşten yapılmış billûr kadehlerdeki nefis şarapları dolaştıranlar, etrafa saçılmış inci daneleri kadar güzel, parlak, ihtiyarlamaz, tazelikleri bozulmaz, ölümsüz civanlardır.

Saçılmış inci daneleri, ışıkları birbirine değdiği için güzel ve parlak bir görünüm verir. Bu sebeple o gençler etrafa dağılmış incilere benzetilmişlerdir. Bunların ışığı çevreye vurmakta ve hizmet için dolaşmaktadırlar. Bu manzarayı görenler, bunun gerçekten büyük bir nimet, muazzam bir servet, ihtişam ve devlet olduğunu anlarlar.

› Cennetlikler altlık olarak سُنْدُسٌ (sündüs) denen ince ipekten, üstlük olarak da اِسْتَبْرَقٌ (istebrak) denilen kalın ipekten elbiseler giyerler. Bu elbiselerin renkleri yeşildir. Parıl parıl parlayan bu giysilere ilaveten bileklerine gümüş bilezikler takarlar. (bk. Kehf 18/30-31)

› Rableri onlara tertemiz bir içecek içirir.

Bu içecek hem temizdir, hem temizleyicidir. Onda dünya içeceklerinde bulunan lekelerden eser yoktur. Onu içtiklerinde cennetliklerde de hiçbir leke ve keder bırakmaz. Çünkü شَرَابًا طَهُورًا (şerâben tahûren) diye isimlendirilen bu içecek daha önce sözü edilen biri kâfur katkılı, diğeri zencefil katkılı iki çeşit içeceğin ikisinden de üstün ve doğrudan doğruya âlemlerin Rabbi tarafından içirilen, içine hiçbir katkı katılmamış, saf ve tertemiz bir içecektir. Bunu içenlerde Hakk’ın cemâline kavuşma neşesi doğar. Rivayete göre cennetliklere yiyecek ve içecekler verilir. En sonunda da tertemiz bir içecek sunulur ki, bununla kalpleri ve bütün içleri tertemiz olur; dışlarından misk kokusu gibi bir ter halinde taşar. Yine rivayete göre bu, cennet kapısında bir kaynaktır ki her kim ondan içerse yüce Allah onun kalbinde kin, hile ve hasetten veya içinde kirden lekeden eser bırakmaz, hepsini çekip çıkarır. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XXX, 225) Nitekim bu mânaya işaret etmek üzere: “Biz onların kalplerinde kin ve nefret adına ne varsa hepsini söküp atarız. Dost ve kardeş olarak tahtlar üzerinde karşılıklı otururlar” (Hicr 15/47) buyrulur. Bundan maksadın sırf ruhanî olan bir içecek olup, insanı Allah’ın dışında her şeyden uzaklaştıran ilâhî bir tecelli olduğu da söylenmiştir.

Hikâye olunduğuna göre, Bâyezid-i Bistâmî’ye bu âyeti sormuşlar. Şöyle demiş: “Allah onlara tertemiz bir içecek sundu. Onlardan kendi zatından başka her şeyin sevgisini temizledi.” Sonra da şöyle demiş: “Yüce Allah’ın ikram edeceği bir içecek vardır ki, onu kullarının en faziletlileri için saklamıştır. Bu içeceği onlara doğrudan doğruya kendisi içirir. İçtiler mi coşarlar, coştular mı uçarlar, uçtular mı ererler, erdiler mi ayrılmazlar. Onlar “Gücü her şeye yeten ve hükmü her şeye geçen Hükümdar’ın huzurunda, hoşnut olacakları çok şerefli bir hak ve dürüstlük meclisindedirler” (Kamer 54/55) sırrına ermişlerdir. (bk. Elmalılı, Hak Dini, VII, 5510-5511)

Nihâyetinde Allah Teâlâ onlara hitap ederek, eriştikleri bu nimetlerin dünyada yaptıkları güzel amellerin karşılığı olduğunu, çünkü o amellerinin kabule şayan görüldüğünü haber verir. Bunun melekler tarafından söylenmesi de mümkündür. (bk. Hâkka 69/24; Ra‘d 13/23-24; Zümer 39/73)

Şimdi de Resûlullah (s.a.s.)’e hitap edilerek, onun muazzez şahsında tüm inananlara bu güzel ve ebedi nimetlere ulaşmanın yolu beyân buyrulur:

23. Şüphesiz biz Kur’an’ı sana parça parça indiriyoruz.

24. Rabbin hükmünü verinceye kadar sabret. Onlardan hiçbir günahkâra ve nankör kâfire itaat etme.

Kur’ân-ı Kerîm, müşriklerin iddia ettikleri gibi bir beşer sözü değil, Allah’ın indirdiği ilâhî bir kelamdır. Mü’minler kolaylıkla okuyabilsinler, öğrenebilsinler ve yaşayabilsinler diye onu Peygamberimiz (s.a.s.)’in kalbine parça parça inzal buyurmuştur. O, iş olsun diye değil, insanlığa doğru yolu göstermek için gelmiştir. Dolayısıyla onun bir kısım tâlimatları vardır ve başarılı olabilmek için o talimatlara uymak gerekir. Bunların başında, Allah’ın emirlerini tutup, kulluk vazifelerimizi yerine getirdikten sonra Rabbimizin vereceği hükmü, meydana getireceği neticeyi sabırla beklemek gelir. Çünkü acele etmek bir fayda vermez.

Kur’an’ın ikinci tâlimatı, hiçbir günahkâra veya nankör kâfire itaat etmemek, boyun bükmemektir. Çünkü onların, zaman zaman Allah’ın muradına aykırı talepleri olmaktadır. Nitekim müşrikler, Peygamberimiz (s.a.s.)’den kurulu düzenlerini sarsan tebliğ davasından vazgeçmesini istemişler; böyle yaptığı takdirde kendisine mal, mülk, makam, itibar gibi maddî-manevî karşılıklar va’detmişlerdi. Efendimiz (s.a.s.) ise bunların hepsini reddetmiş, güneşi sağ, ayı sol eline koysalar bile kesinlikle dâvasını bırakmayacağını söylemişti.

Kur’an’ın üçüncü tâlimatı, gece gündüz Allah’a ibâdete, O’nu zikir ve tesbihe devam etmektir:

25. Sabah akşam Rabbinin ismini an.

26. Gecenin bir kısmında O’na secde et ve geceleyin uzun bir süre O’nu tesbihte bulun.

Şunu hatırdan çıkarmamak gerekir ki ibâdet, zikir ve tesbih kulun Allah’a olan bağlılığını artırır. Onun irade ve azmini daha da kuvvetlendirir Din düşmanlarının saldırılarına karşı sabır ve metanet gücü verir. Burada beş vakit namaza ve teheccüd namazına işaret olduğu belirtilir. Şöyle ki: “Rabbinin ismini zikir”den maksat, namaz kılmaktır. بُكْرَةٌ (bükra), sabah ve sabahtan öğlene kadar olan vakit demek olup bununla “sabah namazı”na işaret olunur. اَص۪يلٌ (asîl), öğleden akşama kadar olan vakittir. Bununla “öğlen ve ikindi namazlarına” işaret edilir. “Gecenin bir kısmında secde etmek”ten maksat, akşam ve yatsı namazlarıdır. Gecenin uzun bir bölümünde yapılması istenen tesbih ise, teheccüd namazıdır. Diğer tesbihat, zikir ve istiğfar da buna dâhildir.

Hâsılı Allah Teâlâ’yı dil ve kalp ile devamlı anmaya ve O’nu hiç hatırdan çıkarmamaya çalışmak gerekir.

Bu konuda Hz. Ömer’in şu hâli ne güzel bir örnektir:

Ömer (r.a.) için uyuyacağı bir vakit yoktu. Yani uyuması için belli bir vakti… Bu yüzden ayakta iken uyuklar gibi olurdu. Kendisine:

“- Neden uyumuyorsun?” diye sordular. Şöyle cevap verdi:

“- Nasıl uyuyabilirim ki? Gündüz uyuyacak olsam, insanların işleri kalır. Gece uyuyacak olsam, Rabbimden alacağım nasibi alamam.” (el-Hadâiku’l-Verdiyye, s. 205)

Zâlimlerin ve kâfirlerin, Kur’an’ın bu tâlimatlarına karşı çıkmalarının sebebine gelince:

27. Şu günahkâr kâfirler, çarçabuk geçen dünya hayatını seviyorlar da, önlerinde kendilerini bekleyen o korkunç kıyâmet gününü bir kenara bırakıyorlar.

28. Oysa onları yaratan, bütün organlarını damar ve kaslarla birbirine sımsıkı bağlayıp yaratılışlarını sapasağlam yapan biziz. Dilediğimiz zaman onları helâk eder, yerlerine elbette benzerlerini getiririz.

Kâfirlerin Peygamber’e ve Kur’an’a karşı gelmelerinin en mühim sebebi, Allah’ı unutmaları, çok ağır ve dehşetli bir gün olan kıyâmeti hiç hesaba katmamaları, tüm sevgi ve himmetlerini dünyanın peşin ve fâni zevklerine bağlamalarıdır. Allah’tan ve âhiretten gaflet, insanın başına böyle büyük bir belâ açmaktadır. Bu sebeple, ilâhî kudreti hatırlatarak gafilleri uyandırmak üzere dikkatler, insanın yaratılışı üzerine çekilir. İnsanı yoktan yaratan, mafsallarını ve azalarını kaslarla, damarlarla, derilerle birbirine bağlayarak onu sapasağlam yapan ilâhî kudret, elbette onun üzerinde istediği tasarrufa sahiptir. Dolayısıyla dilediği zaman onları helak etmeye, onların yerine aynı cinsten fakat karakterleri bunlardan farklı, mesela Kur’an’a ve Peygamber’e itaat edecek başka insanlar getirmeye; dilerse onları sıhhatliyken hasta etmeye, güzelken çirkinleştirmeye, şekil ve suretlerini değiştirmeye; dilediğinde de ölümlerinden sonra onları diriltmeye kadirdir. İşte Kur’an bu gerçekleri hatırlatmak için gelmiştir:

29. Bu Kur’an, bir hatırlatma, bir uyarıdır. Artık dileyen kendisini Rabbine ulaştıracak bir yol tutsun.

30. Ama unutmayın ki, Allah dilemedikçe siz bir şey dileyemezsiniz. Doğrusu Allah, her şeyi hakkiyle bilen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.

31. Allah dilediği kimseyi rahmetine eriştirir. Zâlimler için ise O, can yakıcı bir azap hazırlamıştır.

Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm vasıtasıyla uyarılarını bildirmiş, insana hem rahmetine hem de azabına giden yolu göstermiş, ona cüz’i irade dediğimiz seçme hakkını vermiş ve böylece onu sorumlu tutmuştur. Küllî irade Allah’a aittir. Kula verilen, ancak bu küllî iradeye bağlı bir cüz’î iradedir. Kul, kendine verilen bu cüz’î iradeyle bir şeyi dileme, tercih etme ve karar verme imkânına sahiptir. Mesela bununla, hak veya bâtıl istediği dini seçebilir. Bununla helâl veya haram bir geçim yolu benimseyebilir. Yine bu iradeyle güzel veya çirkin bir ahlâk yolu tercih edebilir. Ancak tercihlerini fiiliyata dökerken, Allah kendisine ne kadar müsaade buyurursa o kadarını gerçekleştirebilir. Eğer bu konuda Allah insana sınırsız bir irade ve yetki vermiş olsaydı dünya nizamı alt üst olurdu. Hâsılı Cenâb-ı Hak, dünyada böyle bir denge tesis etmiş ve insanı da bu çerçevede sorumlu tutmuştur. İnsana düşen bu sınırlı çerçeve içinde üzerine düşen kulluk vazifesini yaparak imtihanı kazanmak; her türlü şirk, küfür, isyan, zulüm ve haksızlıklardan uzak durup Allah’ın rızâsına uygun ameller işleyip ilâhî rahmete girenlerden olmaya çalışmaktır.

İnsanlar için rahmet ya da azap olmak üzere iki sonuçtan birini tercih hakkı bulunduğunu haber vererek sona eren İnsan sûresini, kâfir ve zâlimlere va’dedilen hususların gerçekleşeceğine yeminle başlayan Mürselât sûresi takip edecektir: