Asıl körlük

Geçmiş zaman, aklımda kaldığı kadarıyla anlatmaya çalışacağım: Ayşe, yedi yaşında ve görme engelliydi. Gazetede çalışırken bir vesileyle Görme Engelliler Okuluna gitmiştim. Siyah, pırıl pırıl, iri gözleriyle aslında hayatın tam içine bakıyor gibiydi. Oturduğu sıraya, onun yanına ilişmiş ve kendisini tanımak istemiştim. Bir süre konuştuktan sonra, samimiyetim ona güven vermiş olmalı ki, birden bana: "Abi, bana renkleri anlatır mısın?" demişti.

Şaşkınlıktan donakalmıştım. Ne anlatacaktım, nasıl tarif edecektim? Karanlık bir dünyada olana siyah bile anlatılamazdı ki. O an, siyahı tanımanın bile ne büyük bir nimet olduğunu idrak ettim. Meğer görme nimeti içinde gözümüze perdeler inmiş. Yine de o cıvıl cıvıl ve aydınlık yüzlü Ayşe'ye kendimce bir şeyler anlatmaya çalıştım. Benimki sadece onun hayal dünyasına, yaşadıklarıyla bağlantı kurması için bir yardım çabasıydı; ya da daha doğrusu, kendi kör oluşumu itirafı.

Dedim ki: "Kırmızı, annenin seni sevgiyle yanaklarından öpmesidir, hani o sıcaklığı hissedersin ya, hafifçe kan toplar yanakların; işte o kırmızıdır. Sarı, sevdiklerinden ayrı kaldığında duyduğun özlemin, hüznüdür. Yeşil, babanın seni kucağına aldığında hissettiğin rahatlıktır, güvendir."

Ayşe'nin yüzü güldü, içeriden gören gözleri, dışarıdaki bir noktada sabitlenmiş gözlerine ilgi parıltıları göndermişti... Heyecanla sordu: "Siyah nedir?"

"Siyah, bilinenin zıttıdır, kapkara bir bilinmezdir. Hani umutsuzluğa düşersin ya, ya da ne olacağı hakkında hiçbir bilgin olmaz ya, işte o siyahtır. Seni sevindiren şey de onun zıttı olan beyazdır; çünkü gerçekleşen dilekler tertemiz beyazlıktır. Lacivert, sana ilgilenen, sırtını okşayan ve sahipsiz bırakmayan devlettir. Mor, ayağını, kolunu bir yere çarptığında, acın için koşan, seni acınla baş başa bırakmayan; onarmak için yoğunlaşan kandır" demiş ve derin düşüncelere dalmıştım… Küçücük bir kız, gözlerimi açmıştı sanki. Suçluluk duygusu, beni içeriden kamçılıyordu. Anlattıklarımın doğru olup olmaması değil, Ayşe'nin sevinci beni mutlu etmişti.

Kim bilir? Görmeye görmeye hayatın anlamını karanlık âlemlerinden çözmeye, hislerinin keskin nazarıyla Kâinatın Sahibi'ni anlamaya şikâyet etmeden çalışan nice görme engelli olup, dinamik ruh halinde ne kadar insan vardır. Görenler, görme hakkını yeterince şükürle yerine getirmiyorsa, suçlu vasfına sahip olmuş demektir. Sizler, görmeden Allah'ın büyük bir Sanatkâr olduğuna kanaat ettiniz; görenler içinden ise göz göre göre büyük kudreti idrak edemeyen, gereken şükrü yerine getiremeyenler çıktı...

Bir çiçeği görebilme nimetine kaç kez "Allahu ekber", kaç kez "Sübhanallah", kaç kez "Maşallah" demek gerekir? Sevdiğimiz bir insanın yüzünü, dağların heybetini ve yeryüzünün hayat fışkıran faaliyetli çehresini görmeye, tanımaya başı kaç kez şükür için secdeye götürmek gerekir? Güneşi, dolunayı, bulutu görmek, ışığı hatta karanlığı görmek nasıl bir nimettir? Bütün bunların içinde olup, görmenin ne denli büyük bir ilahi armağan olduğunu anlamamak, sırtımıza ve göz bebeklerimize nasıl bir sorumluluk yüklüyor? Görüp de anlamamak, anlayıp da şükrün kapısına sığınmamak... Görünen âlemin, yaratılmış her şeyin (masnuatın) gözümüzün yakasına yapışıp, bize davacı olmasına nasıl göz göre göre teslim olunur ki? Görürken anlamamak, görmeden idrak edenlere ne büyük bir ihanet!

Göz göre göre anlamamak, Sanatkâr’ı anlamaya çalışmamak, gerçekten de görmezden gelinecek bir durum değil. Arı görüyor, bal yapıyor; peki ya insan, gördüğünü anlayarak bala çeviremezse, görmek neye yarar ki? Bir eserde Sanatkâr’ı görmeden yaşamak, yaşamak mıdır? Asıl görme engeli, güzelliklerin ardındaki büyük kudret sahibini tanımamaktır. Acaba her gün kaç kez gerçekten görebiliyoruz?