Barut ve Çip: Büyük Kırılma

Küresel sistem bugün, sokaktaki insan için derin bir belirsizlik, başkentlerdeki karar vericiler içinse tarihi bir kavşak anlamına gelen devasa bir kırılmanın içinden geçiyor. Dünya haritasına bakıldığında; 1914’ün bloklaşmış Avrupa’sı ile 1939’un revizyonist hırslarının modern bir simülasyonu içinde yaşadığımızı görmek zor değil. Ancak bu kez oyuncular daha fazla, silahlar daha ölümcül ve cepheler sadece topraktan değil, dijital kodlardan, yarı iletkenlerden ve ekonomik ablukalardan oluşuyor. Adeta bir "alacakaranlık kuşağındayız"; eski dünya düzeni can çekişirken, yenisi henüz sancılı bir doğumun eşiğinde bekliyor.

Tarihsel bir perspektifle yaklaştığımızda, bugünkü askeri harcamaların ulaştığı boyutlar 1930’ların sonlarını anımsatıyor. 1939 yılında dünya, büyük güçlerin GSYİH’lerinin devasa bir kısmını savaş sanayiine aktardığı bir cinnet dönemine girmişti. Bugün de benzer bir ivmeyle küresel askeri harcamaların 2,7 trilyon doları aşarak tüm zamanların rekorunu kırdığını görüyoruz. Ancak bugünkü tabloyu geçmişten ayıran en radikal fark, harcanan her bir doların sadece çelik ve baruta değil; yapay zekaya, siber uzaya ve uzay tabanlı sensörlere gitmesidir. 1914’te İngiltere ve Almanya arasındaki donanma yarışı denizlere hükmetmek içindi; bugünkü "çip savaşları" ise aklın kendisine hükmetmeyi amaçlıyor. Silahların artık sadece ordular arasında değil, algoritmalar ve fizik kuralları arasında bir yarışa dönüştüğü bir çağı yaşıyoruz.

Dünyanın "barut fıçısı" bölgelerinde fay hatları eş zamanlı olarak çatlıyor. Rusya-Ukrayna Savaşı, sadece iki devletin çatışması değil, İkinci Dünya Savaşı sonrası inşa edilen Avrupa güvenlik mimarisinin tabutuna çakılan son çivi oldu. Bu savaş, Avrupa’yı "yumuşak güç" uykusundan uyandırarak Brüksel koridorlarında ticaretin yerini "stratejik özerklik" ve "yeniden silahlanma" kavramlarına bıraktı. Doğu Avrupa’daki bu yangın, Güney Kafkasya’dan Orta Doğu’ya kadar her yeri ısıtıyor. Karabağ’da insansız sistemlerin statükoyu nasıl yerle bir ettiğini gördük. İran ve İsrail arasındaki "gölge savaşı"nın doğrudan saldırılara evrilmesi ise, saniyelerle ölçülen bir teknolojik düelloyu başlattı. İran'ın manevra yapabilen füzeleri ile İsrail'in süpersonik önleyici sistemleri, olası bir çatışmanın dakikalar içinde küresel bir yıkıma dönüşebileceğinin sinyallerini veriyor.

Bu karmaşaya 2025 yılı itibarıyla eklenen en büyük belirsizlik ise Donald Trump’ın Beyaz Saray’a dönüşüyle şekillenen "tranzaksiyonel" dış politika oldu. Trump dönemi, diplomasiyi bir pazarlık sanatı olarak görse de, bu pazarlıklar artık çok daha sert tehditlerle destekleniyor. Washington’ın Venezüela’ya karşı başlattığı topyekün deniz ablukası ve Maduro yönetimine yönelik mülk iadesi baskıları, Latin Amerika’yı adeta bir soğuk savaş laboratuvarına çevirdi. Sadece hasımlarına karşı değil, müttefikleri Meksika ve Kanada’ya karşı bile %25’e varan gümrük vergisi tehditleri savuran bir ABD, 1930’ların korumacı ekonomik duvarlarını dijital çağda yeniden inşa ediyor. Trump’ın "önce Amerika" mottosu, küresel ticaretin serbest akışını bir şantaj aracına dönüştürürken, dünya ekonomisini de jeopolitik risklerin esiri haline getiriyor.

Asya’nın derinliklerinde Hindistan ve Pakistan arasındaki nükleer gerilim, Çin’in bölgedeki hegemonya çabalarıyla birleşince, küresel denklemin ne kadar kırılgan olduğu bir kez daha ortaya çıkıyor. Geçmişteki dünya savaşlarında ülkeler birbirini tamamen yok ederek ayakta kalabilirdi; bugün ise Çin, ABD, Rusya ve Avrupa arasındaki teknoloji ve enerji bağımlılığı "karşılıklı yıkım"ın sadece askeri değil, aynı zamanda finansal olacağı anlamına geliyor. Ancak tarih bize, kriz anlarında rasyonalitenin yerini çoğu zaman duygusal milliyetçiliğe ve stratejik körlüğe bırakabildiğini defalarca gösterdi. 1914’te de kimse savaşın bu kadar uzun ve yıkıcı olacağını tahmin etmemişti; hepsi "noel’e kadar evde oluruz" diyordu. Bugünün teknolojik hızı, o dönemdeki karar verme süreçlerini bile lüks kılıyor.

Türkiye bu kaotik denklemde, 1939'un "aktif tarafsızlık" politikasını modern bir yorumla hayata geçiriyor. Ankara, yüksek yerli savunma sanayii ve stratejik özerklik hamleleriyle hem Batı'nın teknolojik ambargolarına direniyor hem de Doğu'nun enerji koridorlarında kilit bir aktör olma iddiasını sürdürüyor. "Mavi Vatan" ve "Orta Koridor" gibi stratejiler, Türkiye’yi sadece bir köprü değil, kuralların yeniden yazıldığı bu yeni düzende masanın kurucu aktörlerinden biri yapma çabasının birer yansımasıdır.

Sonuç olarak insanlık, barutun kokusu ile çiplerin soğuk hesaplamaları arasında sıkışmış durumda. Her aktör kendi ulusal güvenlik stratejisini, barışın ancak "en kötüye hazırlıklı olarak" korunabileceği bir realizmle yeniden yazıyor. 1914 ve 1939’daki hatalardan ders mi çıkarılacak, yoksa teknolojik güç zehirlenmesi yeni bir küresel felaketi mi tetikleyecek? Asıl soru artık bu. Dünya, bu büyük kırılmayı bir yıkıma dönüşmeden atlatabilecek mi, yoksa yeni bir karanlık çağa mı sürüklenecek? Zaman daralıyor ve satranç tahtasındaki hamleler hiç olmadığı kadar sertleşiyor.