Usta bir mimarın gözüyle bakın bir şehre. O, çeliğin göğe uzanan kibrini görmez; temelin toprağın kalbine ne kadar sadakatle tutunduğunu görür. Bilir ki en görkemli yapıları bile ayakta tutan şey, harcın içindeki kum tanelerinin birbirine olan bağı ve o yapının yaslandığı zeminin sarsılmaz karakteridir.
Bizler de zamanın ruhunu inşa ederken, sadece göz kamaştıran cepheler değil, o binaların içinde barınacak ruhun temelini de düşünmek zorundayız. Zira insanı unutan bir medeniyetin döktüğü en parlak beton, ruhsuz bir mezar taşından farksızdır. Tıpkı Mimar Sinan'ın Süleymaniye'yi inşa ederken, sadece kubbelerini değil, o kubbelerin altında ibadet edecek insanın ruh halini de hesaba kattığı gibi.
Gerçek liderlik de bir mimari sanattır; ama mimarlıktan farklı olarak, gücünü heybetli bir duruştan veya gür bir sesten değil, kurduğu yapının netliğinden alır. Siyasi bir vizyonu ortaya koymak, tıpkı kuyumcunun sözle altın satmaya çalışması gibidir; ayarını gösteremediği mücevhere kimse güvenmez. Bu durumda güven, ilkelere değil şahsiyetlere bağlanır ve en ufak bir sarsıntıda tüm yapı güvensizlik üzerine çöker. Gerçek liderlik, niyet beyan etmek değil, o niyeti herkesin anlayabileceği, hesap verilebilir taahhütlere dönüştürme iradesidir.
Ancak net vizyon da yalnız başına yetmez. Bir projenin başarısı, sadece net olmasına değil, indiği toprağın dilini konuşabilmesine, yani kültürel uyarlama yeteneğine bağlıdır. Bu toprakların hafızası, kendisine yabancı olanı nasıl nazikçe reddettiğinin sayısız örneğiyle doludur. Tıpkı yabancı bir fidanın bu iklime tutunamaması gibi; kök salabilmek için önce toprağın dilini öğrenmek gerekir. Tanzimat’tan bu yana yaşanan sancı bundandır: milletin ruh derinliğine inmeden, sadece kanun metinlerini tercüme ederek bir gelecek inşa edilemezdi, edilemedi de.
Peki bu toprakla konuşmayı bilenler, kendilerini nasıl denetlerler? Son olarak, en sağlam mimarinin sırrı denetlenebilirliğinde yatar. Tıpkı Osmanlı ahi teşkilatının, bir ustanın hatasını mahkemeye değil lonca meclisine getirmesi gibi; bir hata ortaya çıktığında faturayı en zayıf kişiye kesmek yerine, hatanın kök nedenini herkesin görebileceği şekilde ortaya koyan sistemler kurmak... İşte bu, kişilerin keyfi yorumlarına dayalı bir sistemden, süreçlere ve ilkelere dayalı bir adalet anlayışına geçiştir. Güçlü devlet, kusurlarını gizleyen değil, kusurlarını düzeltebilecek sistemler inşa eden devlettir.
Peki, bu sarsılmaz temelleri atma, bu ince ayarı yapma ve bu toprağın dilini anlama sorumluluğu kime aittir? Liderin ilk vazifesi, her şeyi tek başına yapmak değil, hesabın sorulabileceği, denetimin yapılabileceği o şeffaf mimariyi kurmaktır. Bu mimarinin içinde, kalemini vicdanına emanet etmiş bir medya, terazisi şaşmayan bir adalet, hakikatten ayrılmayan bir muhalefet ve en nihayetinde, kendi kaderinin sahibi olan bir millet nefes alır. Çünkü denetim, sadece kurumların değil, aynı zamanda sokağa çıktığında gördüğü yanlışa ‘bu doğru değil’ diyebilen her bir ferdin vicdani sorumluluğudur.
Nihayetinde, o usta mimarın sorusu hepimiz için geçerlidir. Bizler kendi davamızın, kendi medeniyetimizin temelini nereye atıyoruz? Sadece liderin karizmasına mı, yoksa ayarı belli ilkelere, toprağa kök salmış değerlere, adımları denetlenebilen sistemlere mi? Çünkü bir memleketi ayakta tutan şey, sadece binalarının değil, kurumlarının ve insanlarının karakterinin ne kadar sağlam olduğudur. Tarihin gözünde hesap veremeyenlerin, milletin hafızasında bıraktığı o derin yarayı örtmeye beton yetmez.