Bıçak Nereye Konulacak?

Bir zamanlar, kurumların koridorlarında yankılanan protokol ve görgü eğitimleri, tuhaf bir tiyatro sahnesi gibiydi. Bir elinde beyaz eldivenlerle duran eğitmen, diğer elinde bir ders kitabıyla, amir-memur ilişkilerinden tutun da resmiyetin en ince detaylarına kadar bir medeniyet haritası çizerdi. Lakin bu haritanın en ilgi çekici, en parıltılı kısmı daima yemek adabına ayrılmıştı. Çatalın hangi parmaklar arasında dans edeceği, kaşığın sessizce nasıl kullanılacağı cerrahi bir titizlikle anlatılırdı. Fakat o gösterişli sofralarda, elimizdeki bıçağın nereye konulacağı hiç konuşulmazdı. Görgü yalnızca çatal-kaşık kullanımına indirgendiğinde, o keskin alet, masada anlamsız bir fazlalığa dönüşüyordu.

“Bıçağı sağ elle tutun, çatalı sol elle kullanın ve asla çapraz hareket etmeyin.” Bu cümleler, bir dönemin ezberlettiği, mekanikleşmiş kurallar gibiydi. Oysa görgü, kâğıt üzerinde yazan bu kuralların çok ötesinde, insanlık tarihinin damarlarından süzülen bir medeniyetin nabzıdır. Eski çağlarda, hatta İbn Haldun'un de dediği gibi, görgü, toplumların yükselişini ve çöküşünü belirleyen bir ahlâkî pusulaydı. Bugün ise bu pusula, bir lokma ekmeği paylaşmayı unutup, çatalı doğru tutmaya odaklanmış bir toplumun elinde titriyor.

Görgü, sofradaki gösterişli hareketlerin değil, o sofrada kiminle oturduğuna dair bir duruştur. Yanı başımızda bir çocuk açlıktan ağlarken, bizim çatalı hangi elle tuttuğumuzun ne önemi olabilir? Hangi kural bu vicdan boşluğunu doldurabilir? O eğitimler, görgünün sadece bir lüks olduğunu fısıldıyordu bize; oysa görgü, en temel insani erdemdir. Nezaketin ve adaletin, yoksulun sofrasında da bir değeri olduğunu, paylaşmanın, bir tebessümle açılan kapının, bir selamın değerini o eğitimlerde neden hiç konuşmadık? O eğitimler, ‘bıçak nereye konulacak’ sorusunu hep göz ardı etti. Çünkü bıçak, sadece kesmek için değil, aynı zamanda paylaşmak için de bir semboldür.

Masadaki o bıçak, sadece bir araç değil, vicdanımızın keskin yüzüdür. Onu, dostluğu pekiştiren bir zeytin tanesini bölmek için mi, yoksa sadece kendi payımıza düşeni kesip, geri kalanı görmezden gelmek için mi kullanacağız?

Unutulmuş nezaketler, kaybedilmiş bir duyarlılık, toplumun ruhunu kesip parçalıyor. Görgü, sadece kalabalık bir otobüste yaşlı birine yer vermek veya bir hatayı nazikçe düzeltmek değildir; görgü, aynı zamanda kavgaya tutuşmuş bir dünyaya bir barış tohumu ekmektir.

Görgü, masadan başlar ama masada bitmez. Bugün, tarihin ve güncel olayların ışığında, görgü kurallarını yeniden tanımlamalıyız. Toplum olarak elimizdeki değerleri, çatalı ve bıçağı doğru tuttuğumuz kadar dikkatli tutmalıyız. Eğer görgüyü sadece bir masaya, bir ritüele indirgersek, insanlık onurumuz da o masada kalır. Çünkü bir toplumun gerçek görgüsü, sofrasındaki gösterişle değil, masadan kalktıktan sonra sergilediği davranışlarla, başkasına uzattığı bir elin sıcaklığıyla ölçülür.

Bugün toplum olarak en büyük görgü kusurumuzun ne olduğunu anlamışsınızdır…