Yaşlı amca, altmış dört yaşında. Her sabah televizyonun karşısında, elinde tesbih, gözleri ekrana kilitli.
Gazze’de nihayet ateşkes var ama yüreklerdeki ateş hâlâ sönmemiş.
İç çekiyor: “Evler yıkıldı, çocuklar yetim kaldı… Peki bu sükût barış mı, yoksa yorgun bir sessizlik mi?”
Ekrandan bir ses yükseliyor:
— Hasan Nasrallah, El-Dayf, Yahya Sinvar, İsmail Haniye, Ahmed eş-Şara, Zohran Mamdani… hepsi Yahudilerin ajanıymış!
Amca hafifçe gülümsüyor:
“Demek herkes hain. Peki kime inanacağız?”
Ekranı dinlemeye devam ediyor:
“Hamas savaştı, dediler ki İsrail kurdu.
Hizbullah direndi, dediler ki ajan.
İran Tel Aviv’i vurdu, dediler tiyatro.
Amerika İran’ı bombaladı, dediler anlaşmalı.”
Bir an sustu, sonra kendi kendine söylendi:
“Yani düşmanla savaşan da düşmanla işbirliği yapıyor öyle mi?
Bu nasıl akıl?”
Sonra Suriye görüntüleri çıktı. Sidnaya zindanından kurtarılan mahkumlar, acı dolu yüzler.
Yorumcu hemen dedi:
— Bu fotoğraflar sahte, Ahmed eş-Şara da aslında halkın değil Batı’nın adamıymış!
Amca hiddetlendi:
“Yahu, bu kadar ajanı kim yetiştiriyor? İnsan biraz utanır!”
Derken haber Amerika’dan geldi.
Zohran Mamdani, New York’un yeni belediye başkanı seçilmiş. Kürsüde şöyle demiş:
“Ben Müslümanım, dün de Müslümandım, yarın da Müslüman kalacağım.”
Ekran yine söylüyor:
— Onu Yahudi lobisi seçtirdi!
Amca başını eğiyor:
“İman kalpte olur evladım, lobide değil…”
Sonra bir başka haber:
— Husiler de kafir, onlar da Şii!
Amca tebessüm ediyor:
“Demek hepimiz Yahudi olduk, farkında değiliz…”
Ve bir hikâye anlatmaya başlıyor:
“Mevlânâ der ki, bir grup insan karanlıkta bir file dokunmuş.
Biri hortumuna dokunmuş, ‘Bu yılandır’ demiş.
Biri kulağına değmiş, ‘Hayır, yelpaze’ demiş.
Biri bacağına tutunmuş, ‘Bu direk gibi’ demiş.
Her biri kendi elindeki parçayı hakikat sanmış.
Oysa hakikat bütündü, ama kimse bütünü görememişti.”
Amca gözlerini ekrandan çekti, iç çekti:
“Biz de öyleyiz evladım. Herkes kendi mezhebinin, partisinin, ülkesinin tuttuğu parçayı hakikat sanıyor.
Oysa hakikat mazlumun yanındadır.”
Bir an sustu.
“Şimdi soruyorum sana,” dedi yanındaki genç muhabire,
“Eğer hepsi hainse, ümmet kimdir?
Kimdir bu çağın erdemli temsilcisi?
Birleşik Arap Emirlikleri mi, Amerika’yla yan yana duran Suudi Arabistan mı?
Hangisi Filistin için ağladı, hangisi normalleşme masasında sustu?”
Genç sessiz kaldı. Amca devam etti:
“Ben mezhep bilmem, ben vicdan bilirim.
Mazlumun gönlü yıkıldıysa, senin petrolün, tahtın, diploman neye yarar?”
Biraz sustu, sesi titredi:
“Gazze’de bir çocuğun sesi, tüm ümmetin ezanından daha gür şimdi.
Ama biz o sesi duymamak için televizyonun sesini kısıyoruz.”
Sonra yine ironiyle gülümsedi:
“Her kim İsrail’e karşı durursa Yahudi,
her kim susarsa veli oldu.
Peki normalleşenler kim?
Tapınaklara girip el sıkışanlar hangi dine mensup?”
Gözleri uzaklara daldı.
“Söyle evladım,” dedi,
“Yoksa biz de o karanlıktaki insanlar gibi miyiz?
Filin sadece kulağını tutup bütününü reddedenlerden mi olduk?”
Ve sonra, sanki içindeki tereddütle yüzleşir gibi ekledi:
“Bazen meseleye bir şahsiyetin üzerinden değil de, tamamen tarafsız, herhangi bir mezhebe aidiyeti olmayan birinin gözünden bakmak gerekir.
Acaba biz mi yanılıyoruz, yoksa bu yaşlı amca mı doğruyu görüyor, demek gerekir.
İşte bu yüzden bu kısa hikâyeyi seninle paylaşmak istedim.”
Televizyon hâlâ konuşuyordu.
Ama amca artık duymuyordu.
Dudaklarından sadece şu cümle döküldü:
“Ben taraf tutmam, ben vicdanı tutarım.
Mazlumun tarafında olan kimse, işte o benim kardeşimdir.”
Ve ekledi, sanki bütün ümmete seslenir gibi:
“Peki siz...
Kimin yanındasınız?”