Bir Vedanın Sesi

Hafta içinin yorgunluğunu omuzlarımıza alıp gelmiştik o akşama. Ankara’ydı; sert ama sahici… Hacı Bayram Camii’nin hemen yanı başında, kalabalığın uğultusundan bir adım ötede, insanın içini hem şehirden hem zamandan çekip alan mütevazı bir mekânda buluştuk. Öyle planlanmış bir toplantı değildi; daha çok hayatın “hadi bir çay içelim” dediği anlardan biri.

Masada tanıdık yüzler vardı. Aynı mesleğin farklı duraklarında yol almış insanlar… Kameranın arkasında sabahlayanlar, mikrofonun başında kelimeleri tartanlar, stüdyodan idare odalarına savrulmuş dostluklar. Uzun süredir görüşemeyenler, hâl hatır soranlar, “Hatırlıyor musun?” diye başlayan cümleler… Eski dostlarla yapılan sohbetin tadı başka oluyor; kelimeler daha rahat, susuşlar bile daha anlamlı.

Çaylar geldi, söz kendiliğinden açıldı. Bürokraside ve kamuda geçen yılların bana öğrettiklerini, sivil toplum sahasında karşıma çıkan insan hikâyelerini anlattım. Kimisi yayında yaşadığı bir aksaklığı paylaştı, kimisi mikrofonun kapalı olduğunu sanıp ettiği lafları… Güldük, durduk, düşündük. Ne eksik ne fazla… Sohbet tam kararındaydı. Masa ısındı, muhabbet koyulaştı.

Derken konu, her güzel sohbette olduğu gibi, müziğe ve sanata döndü. O akşam aramızda kıymetli bir isim vardı: Necip Karakaya. Türk sanat müziği ve tasavvuf musikisinin zarif seslerinden… 1976 Kayseri doğumlu. İmam Hatip’ten İlahiyata uzanan bir eğitim; onun yanına eklenmiş yılların musikî terbiyesi. Merhum babası İsmail Karakaya’nın sohbet meclislerinde büyümüş; dini ve millî irfanı, musikinin estetiğiyle orada yoğurmuş bir sanatkâr.

Divan şiirinden Mesnevi’ye, kendi kaleminden dökülen mısralara kadar geniş bir dünyayı besteleriyle dile getirmiş. Sadece sesle değil, duruşla da anlatanlardan. Son yıllarda dizilerde de gördük onu; Payitaht Abdülhamid’deki İsmail Hakkı Bey karakteriyle birçok gönle dokundu. Evli, üç çocuk babası; hâlâ anlatmaya, üretmeye devam ediyor.

İşte o gece, ilahilerle meşk ederken Necip Karakaya bir hatıra anlattı. Öyle yüksek sesle değil; sanki sır verir gibi… Umre dönüşü. Veda tavafı bitmiş. Kâbe’den ayrılacak. “Kral Kapısı” olarak bilinen yerden çıkmadan önce son kez Beytullah’a dönüp bakarken üzerinde Kabe’nin kokusunu uzun uzun hissediyor… O an, kalbinin içinden bir cümle kopup geliyor. Ne bir ilahi ne bir kaside… Diline düşen, Sezen Aksu’nun meşhur mısraları: “Gidiyorum bütün aşklar yüreğimde, Gidiyorum kokun hâlâ üzerimde…Sana korkular bıraktım bir de yeni başlangıçlar. Bir kendim bir ben gidiyorum.”

Yanındaki arkadaşı “İçinden geldiği gibi söyle” diyor. O da öyle yapıyor. Hesapsız, kurgusuz…Sadece kalpten gelen bir sesle veda ediyor. Sonra Türkiye’ye dönüyor. İzmir’de bir konserde bu hatırayı anlatıyor, yarı şaka yarı temenniyle “Sezen Aksu’ya iletin” diyor. O sözler sanatçının kulağına gitti mi, bilinmez. Ama biz o masanın etrafında otururken şunu çok iyi biliyorduk. İçimizden bir şey titredi. Çünkü sanat bazen bir ilahide, bazen bir şarkı sözünde, bazen de bir vedada insanın kalbine dokunabiliyor. O akşam Hacı Bayram’da, birkaç gönül buna bir kez daha şahitlik etti. Ben derinden etkilendim. Peki ya siz… Hissettiniz mi?