Bizim Hikayemiz

Hayal ettiğimiz hiçbir şey gerçekleşmedi. Yola çıkarken varmayı umduğumuz yere hiç ulaşmadık. Bizim, ailemizin, memleketimizin, dünyanın bu bataklıktan, bu çirkeflikten çıkarak harika olmasa da makul bir bahçeye dönüştürülebileceği o umut aşamasına hiçbir zaman varamadık. Çocukluğumuzun dünyasını süsleyen o benzersiz ütopya, o vardığımızda herkesin kurtulacağı yer hep gökte, göğün bir yerinde beyaz bir bulut olarak kaldı. Böyle bir yer var mı, yanından geçtik mi, onu da bilmiyorum. Yaklaştık, işte tam şura, şu köşeyi dönünce varacağız duygusunu yaşamışızdır belki ama o duygu hiçbir zaman aklımızla buluşmadı, elimizi sıkmadı, bize sarılmadı… Umudun çocukları hayal kırıklığının kurbanlarına dönüştü, bir nesil böylece imha oldu, imha olundu ve şimdi, şu anda, bu yazı yazılırken kimi uzakta, başkentin dışında, pişmanlığının hapishanesinde kendi bahçesindeki domatesleri topluyor, kimi olabildiğince duyarsız, bütün enerjisini yitirmiş, oflar puflar arasında gazetesini okuyor, kimi bir zamanlar kıvılcımlar saçarak gittiği iş yerine ayağını yere sürterek, dalgın adımlarla gidiyor, kimi yumruğunu sıkarak zamana küfrede ede bir dağı tırmanıyor, bir tepeden aşağı melankoli dağıtıyor, kimi de artık bir daha gelmeyecek olanın, geride kalmış değil, ileride olan da değil, belki de hiç olmamış olanın peşinde koşmuş varoluşuna histerik kahkahalar gönderiyor, yapılabileceği halde yıkılan bir dünyanın seyirci olmanın ötesine geçememenin hıncını duvarları yumruklayarak çıkarmaya çalışıyor. Dünya siyasetiyle uğraşmayı bırakıp kendilerini martıları yazmaya adayan da var, dünyayı kurtarmaya çalışırken kaybettiği benliğini hala arayan, bulamayan, bulamayacak olan da...

Olmadı. Olmadı be. Güzel çocuklar kazanamadı, biz kazanamadık. Daha orada, mahalleye çıktığımız, toplumla buluştuğumuz o ilk sahnede, çocukluğumuzun koşu yarışında “arkadaşımı geçersem belki üzülür” diye bitime yakın onun kazanması için yavaşlayanlar kaybetti, biz kaybettik. Misket oynarken bu sonuncuyu da kazanırsam kazandıklarımın hepsini tekrar ona vereceğim ve o mutlu olacak, onun mutluluğu beni de mutlu edecek diyenler kaybetti, “ne pahasına olursa olsun onu yeneceğim ve suratındaki yenilgi hissini doyasıya yaşayacağım” diyenler kazandı, kazandığı misketleri cebine atanlar kazandı. Buğday tanesi yiyen güvercinleri ürkütmemek, su içen serçeleri rahatsız etmemek için yolunu değiştirenler kaybetti, kuş lastiği olanlar, kuşları pilav yapanlar kazandı. Göğe öper gibi bakanlar, güneşi arkadaş gibi selamlayanlar, çiğ tanesine şelaleymiş gibi bakanlar kaybetti, göğü ıskalayanlar, güneşe silah sıkanlar, çiğ tanesini ezip geçenler kazandı.

Sonrasında da öyleydi, lisede, üniversite yıllarında da bizimle geziyorlar, bizimle takılıyorlar, biz gibi görünüyorlardı. Evet, elbette, o vakitlerde de bir lokantaya gitsek paramız daha az olduğu halde yemeği ısmarlayanlar bizlerdik. Ötekilere, dünyanın geri kalanında aç susuz kalanlara yüreği sızlayanlar, haksızlığa, adaletsizliğe meydan okumak için meydana ilk çıkanlar, devletin ve kolluk güçlerinin joplarını sırtlarına ilk yiyenler, önde olanlar, önce ezilenler bizlerdik. Onlar, o zamanlar da geride durarak, kavganın kıyısından bakıyorlardı hayata, onlar, o zamanlar da bize manevi destek veriyor, sıra maddi desteğe gelince ortadan kayboluyorlardı. Onlar o zamanlar da ortalık ne zaman ısınsa yok, ne zaman durulsa varlardı. Yarışı kazanmaya adanmış ayaklar için yolun nereye vardığının önemi yokmuş, sonradan öğrendik.

Bizse baştan beri yolun nereye vardığına kilitlenmiştik. Bizi nereye götürdüğüne… Belki de bu yüzden yarı yolda kalmadık, adımlarımızı yavaşlattık, yarı yolda bırakılmadık bilinçli geride kaldık, aldatmadık ve onların gözünde aldatılmadık da... Biz daha baştan, en başından zayıftık, zayıflığımıza yenildik. Düşünsenize, bir kuşu incitmekten korkan kalp sizi nereye kadar götürebilir ki? Ve kuşları avlayanlar elbette onların uçmasını seyredenlerden çok daha güçlüdür… Biz daha baştan, en başından duygusaldık, duygusallığımıza yenildik. Onlarsa duygularını gizlemeyi hep bildiler. Onların hikayesi kalplerindeki nefreti retinadan dışarı sevgi gibi gösterebilmeleriyken bizim hikayemiz, nefreti hiçbir zaman tanımamış olmamızdır.

Ve böylece ulaştık hayatımızın, hikayemizin ortalarına. Elbette yolcusu olduğumuz arabanın direksiyonun başına onlar geçti. Arabayı hayra değil şerre sürdüklerini gördüğümüzde uyardık, durun, dedik, ne yapıyorsunuz? Uyardık, düşman addedildik. İstikamet arabasını yanlış yola sürenlere bağırdık, çağırdık laf dinletemedik. Onlar ulaştılar, vardılar, oradalar, belki hatta hallerinden memnunlar, mutlular da. Bizim gördüklerimizi görünce mutlulukları devam eder mi bilinmez fakat onların gözünün bizimkilerin gördüğünü görme ihtimali var mıdır, o da bilinmez. Böyle olsa bile muhtemelen pişman olmayacaklar. Olmayacaklar çünkü pişman olacakları varlıklarını da bizi bıraktıkları gibi geride bıraktılar. Yanlış yerler, yanlış işler konusundaki yargılarını da karakterleri gibi çıkarıp attılar. Yaptıklarının yapılması gereken olduğu düşüncesi onlara hiçbir zaman yanlış işler yapmanın pişmanlığını göstermeyecek. Kibirlerini hiçbir zaman onların önüne koymayacak. Zalimliklerini cesaret olarak gösterecek. Kurnazlıklarını zeka olarak, kabalıklarını güç gösterisi olarak sunacak. Kötülüklerini iyilik, hatalarını sevap, çizgi aşımlarını genişleme, mum ışıklarını güneş, yalancı refahlarını cennet gösteren gözler takıldı onlara, ya da belki baştan beri o gözler, bizim onlara baktığımız gözlerin aynısı değildi ya da belki daha baştan, en başından yanımızda, bizimle yola çıkanlar bizden değildi, hiçbir zaman olmamış ve olmayacaklardı. Bizim baştan, en başından sahip olduğumuz saflık biz nasıl onlara baktıysak onların da bize öyle baktığını, biz nasılsak onların da öyle olduğunu söyledi, inandık. Bizler, yolun yarısında, yolun yanlış yere götürdüğünü görüp yolda kalmayı yolu bitirmeye tercih ettiğimizde onlar bacaklarımızın kısalığına yordular, gücümüzün eksikliğine yordular, nefesimizin tükendiğine, zayıflığımıza yordular ama değildi. Bizim hikayemiz göğü sevmenin, kuşu incitmemenin, helal su içmenin hikayesiydi. Belki bu yüzden onlar, orada saray sofrasında kuş eti yer, altın kasede su içerken biz burada, göğün altında süzülen kuşları seyrediyor, testi yerine eğilerek dağın gözesinden su içiyoruz. Demek hayat kim neyi istediyse onu veriyor insana.