Bizim hikâyemiz

Anadolu'da her şehrin insanına dair bir hikâyesi vardır. Tıpkı her insanın da yaşadığı şehre dair hikâyeleri olduğu gibi… Bu hikâyelerin kimi güldürür, kimi düşündürür, kimi hüzünlendirir.

Bu hikâyeleri büyüklerimiz anlatır, biz de küçükken merakla dinlerdik. Onlar, kimi zaman hıçkıra hıçkıra ağlarlardı bu hikâyeleri anlatırken, kimi zaman da gülerlerdi. Her ne kadar onlarla hıçkıra hıçkıra ağlayamasak da komik hikâyeleri dinleyince biz de onlarla çoğu zaman katıla katıla gülerdik.

Şimdi zaman geçti, devir değişti… Bizler de anlatanlar sınıfına dâhil olduk. Zaman yüreğimizi yumuşattı, göz pınarlarımızın contalarını aşındırdı. Çabuk hüzünlenip çabuk ağlıyoruz. Mizah anlatırken bile kahkahalarımıza hüzün yüklüyoruz; arkası sağanak bir gözyaşına evrilen hüzünler… Her türkü artık farklı titretiyor gönül telimizi… Uzun havaların, ağıtların hakkını verir olduk. Âşık daha "Gayrı dayanamam ben bu hasrete" demeden muslukları açıveriyoruz. Kırık havaları pek sevmiyoruz artık. Kırık kalplerimize pek iyi gelmiyor, adeta alerji olur gibi kaldıramıyor kulaklarımız. Oysa eskiden kollarımız kalkar, ayaklarımız ritme ayak uydururdu. Dizlerimiz küt oldu, yola zor giderken kırık havalara nasıl ayak uyduralım değil mi ya…

Şehirlerin hikâyeleri acıklıdır; onları anlatabilmek her adam işi değildir. Anlatırken hissetmek, yaşamak lazım. Bu yeterli mi? Elbette hayır. Hissederken hissettirmek ve yaşarken de yaşatmak lazım dinleyenlere. Yoksa anlattıklarınız kuru bir laf yığınından öteye geçmez. Bir rüzgâr alır götürür sonunda… Yüreğinizde bakiye bir hiç kalır…

Peki, sadece anlatıcı mı maharetli olacak, dinleyicinin hiç mi rolü olmayacak? Elbette, ciddi meseleler, acıklı hikâyeler iyi bir dinleyiciye anlatılmalıdır. Yoksa her yürek kaldırmaz bu şehrin hikâyelerini dinlemeyi… Yeşil ile bozkırın birbirine sırt döndüğü noktaya kurulan kavruk şehirlerin, kavruk yüzlü, eli nasırlı, çilekeş insanının hikâyeleri hep acıklıdır. Her bünyeye gelmez, dokunuverir.

"Şehir" dedimse siz anlayın işte… Şehir kuşatıcı bir isimdir; köyü de kasabayı da kapsar. Çorumlu deyince akla sadece saat kulesinin bitişiğindeki parklarda oturanlar gelmez; Eskice Köylüyü de Alacalıyı da kapsar. Tıpkı Ankaralı denince de sadece Kızılay, Ulus değil, Beypazarı’ndan Bağlum’una kadar tüm Ankaralıların akla geldiği gibi.

Anadolu şehirlerinin insanları her şeyini bölüşür bir diğeriyle… Eğer birileri araya girmezse, eğer birileri onları kendi hallerine bırakırsa kardeşliklerine, muhabbetlerine asla halel gelmez… Bu insanlar acılarını da sevinçlerini de paylaşmayı severler. Varını da yoğunu da paylaşırlar. Kadim dostluklarla örerler gönül meclislerini, tatlı sohbetlerle ısıtırlar hanelerini… Bu yüzden hikâyelerini de paylaşmışlardır; kâh bir köy odasında, kâh bir kahvehane köşesinde, kâh devasa bir salonda…

Eli kalem tutanlar da bu hikâyeleri gazetelere, dergilere, kitaplara taşır. Sanki karşısında yüzlerce adam varmış gibi anlatır. Öyle ya, illaki birisi okuyacaktır.

Gönül heybemiz artık göğüs kafesimize yük olmaya başladı. Zira ne çok hatıra biriktirmişiz bu fani dünyadan… Her hatıra bir hasretin, bir özlemin ucu yanık mektupları gibi burnumuzun direğini sızlatıyor. Ardından derin bir ah çekiyoruz. Çekiyoruz çekmesine de ciğerimizin her bir köşesi Marmara çırası gibi tutuşuveriyor… Her bir hatıra canlanıp adeta mahşerde mizan kurulmuşçasına bizden hesap soruyor… Nedenler, niçinler, nasılların elleri yakamıza yapışıyor. Keşkeler dolanıyor sonra dilimize. Oysa “keşke şeytandır” demişti büyüklerimiz. Biliyoruz da lakin keşke demekten alıkoyamıyoruz dilimizi…

Neredeyse herkesin bir şair tarafı vardır Anadolu’da… Kimimiz de şairlikle kalmaz, dile geleni tele dökeriz. Âşık derler, ozan derler, ustalarımız isimlerimizin başına bir mahlas ekler. İşte o zaman gönülde kopan sözleri ciğerden gelen havayla türkü eder uçururuz, ağıt eder tutuştururuz gönülden gönüle… Bahara, yaza şarkılar yazarız… Âşıklarımız gibi bestekârlarımız da kendilerini dinletir… Nice şarkılarımız gönüllere otağ kurmuştur lakin "bu bizimdi" demeye utanırız… "Ben" de ne demek; her şeyin sahibi Allah'tır, bizler ise O’nun verdiklerinin emanetçisi… O yüzden bizden sadır edenleri pek sahiplenmeyiz… Belki de bu huyumuz yadırganabilir, yanlış görülebilir ama adına huy demişler ya, can çıkmadan çıkmayan huy!

Bizim insanımız okusa da yazsa da okuryazar olmayıp sadece dinleyici olsa da “aslında” ile başlayan bir hikâyesi vardır kendine, gönlüne, geçmişine dair. Şehir merkezinde veya bir köyde, hatta bir mezrada yaşasa da bu böyledir. Bu hikâyelerin çoğunun küpü sırlanmıştır, açılmaz. Bir arı kovanının derin gürültüsü gibi içimizde uğuldar durur harfler, hatıralar, siluetler… Harfler dilsizleşir ses olmaz, yan yana gelip kelime olmaz. Sükutun beşiğinde mışıl mışıl uyur. Hatıralar kırık bir çerçevenin içinden dışarı sızmaz. Siluetler ete kemiğe bürünmez, hep meçhul olarak kalırlar gönül kuyusunda, gönlü geniş insanların.

Bu insanların alın çizgilerini okuyacak bir gramofon henüz icat edilmemiştir ki birileri bu sırları okusa, ortaya dökse. İmgelerle örülü bir şiir gibi her şey bir sembolün, bir rengin, bir sesin, bir metaforun ardına saklanmıştır. O yüzden pek bilinmez kimin gönlünde ne yangınların yandığı, kimin gönlünde kimlerin yattığı… Kimin bağrında kaç mezarın olduğu bilinmez…

İşte bu yüzden şairdir Anadolu şehirlerinin ketum insanları… Bir acı hoyratın, bir uzun havanın, bir acı şarkının feryadına verir kendini. İçindeki zehri gözyaşıyla sessiz sessiz akıtır dışarıya. Herkes de beceremez bu işi… Ağlamayı beceremez. Gözyaşını döker içine… Dökülen her damla gönül külhanında yeni bir yangına sebep olur. Ateş ateşi doğurur, közler küllerin bağrına saklansa da bir nefes buldu mu canlanıverir…

İşte bu bizim hikâyemizdir… Anlayanlara, dinleyenlere selam olsun…