Çıkmaz sokağa sıkışan SDG

Diyalog, oyalama ve kaçınılmaz son arasında sıkışan bir vekil yapı.

Suriye sahasında Aralık 2025 itibarıyla yaşanan gelişmeler, SDG/YPG yapılanmasının artık sadece askeri değil; siyasi, diplomatik ve sosyolojik olarak da sürdürülemez bir noktaya geldiğini açık biçimde ortaya koymaktadır. Türkiye’nin güney sınırında oluşturulmak istenen terör koridoru, son on yılda yürütülen kararlı askerî harekâtlarla fiilen parçalanmış; gelinen aşamada ise Ankara, Suriye’nin toprak bütünlüğünü esas alan “Yeni Suriye” vizyonu çerçevesinde çok katmanlı bir diplomatik ve stratejik kuşatma inşa etmiştir. Bu kuşatma, SDG’yi bir yandan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin operasyonel baskısı, diğer yandan Suriye devletinin egemenlik iddiası arasına sıkıştırarak, örgütü tarihinin en derin jeopolitik çıkmazına sürüklemiştir.

Bu sürecin kritik eşiklerinden biri, 18 Aralık 2025’te ABD Senatosu’nun Sezar Yasası kapsamındaki yaptırımların kaldırılması yönünde oy kullanmasıdır. Bu karar, Washington’un Suriye dosyasında önceliklerini yeniden tanımladığını; uzun süredir sahada “geçici araç” olarak kullanılan vekil yapıların artık stratejik yük haline geldiğini göstermektedir. Aynı günlerde Türkiye Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın, SDG’nin 10 Mart Mutabakatı’na gecikmeden uyması gerektiğini vurgulayan ve “askeri seçeneğin istenmediği ancak sabrın tükendiği” yönündeki açıklamaları, Ankara’nın süreci artık zamana yayılmış bir müzakere olarak değil, sonuç odaklı bir zorunluluk olarak ele aldığını ortaya koymuştur.

Reuters kaynaklı değerlendirmeler ve sahadan gelen bilgiler, Şam yönetimi ile YPG arasında yıl sonuna kadar bağlayıcı bir entegrasyon anlaşmasına varılması için yoğun bir baskı süreci yaşandığını göstermektedir. Suriye hükümeti, yaklaşık 50 bin milisin devlet kurumlarına entegrasyonunu içeren; 3 ana Piyade Tümeni ve bunlara bağlı 6 Tugaydan oluşan bir yeniden yapılanma teklifini masaya koymuştur. Bu teklif, YPG’nin bağımsız komuta yapılarından vazgeçmesini ve kontrol ettiği bölgelerin Suriye ordusuna açılmasını öngörmektedir. Şam, bazı teknik esneklikler sunsa da, devlet dışında herhangi bir gayri meşru silahlı yapının varlığını kesin biçimde reddetmektedir. Buna karşılık YPG yönetimi, savaş yıllarında elde ettiği fiili özerklikten vazgeçmeye yanaşmamakta; süreci 2026 ortalarına sarkıtma yönünde oyalama sinyalleri vermektedir.

Bu geciktirme stratejisi, sahada hızla karşılık bulmaktadır. Halep’in Şeyh Maksud ve Eşrefiye mahallelerinde SDG/YPG unsurlarının ateşkesi ihlal ederek Suriye güvenlik güçlerine ve sivillere yönelik saldırıları, mutabakatın sahada fiilen çöktüğünü göstermiştir. Suriye İçişleri Bakanlığı ve Halep Valiliği’nin açıklamaları, SDG’nin “kontrollü entegrasyon” söylemi ile fiili davranışları arasındaki derin çelişkiyi açığa çıkarmıştır. Aynı süreçte Arap aşiret liderlerinin açık biçimde Suriye devletine bağlılık ilan etmeleri ve SDG’ye karşı seferberlik çağrıları yapmaları, örgütün sosyolojik meşruiyetinin neredeyse tamamen eridiğini göstermektedir.

Bu noktada SDG’nin yapısal zaafları daha görünür hale gelmiştir. Deyrizor’un yaklaşık yüzde 92’sinin, Rakka’nın yüzde 75’inin Arap nüfusa sahip olduğu bir coğrafyada, PKK/YPG omurgalı bir yapının uzun süreli hâkimiyet kurması sosyolojik olarak mümkün değildir. Askerî güçle alan tutmak ile bu alanı yönetmek arasındaki fark, SDG’nin en zayıf karnını oluşturmaktadır. Bölgedeki Arap aşiretleri pragmatik davranabilmekle birlikte, aidiyet hissetmedikleri bir otoriteye karşı her an saf değiştirebilecek bir potansiyele sahiptir. Bu durum, SDG’yi askeri olarak “kâğıttan kaplan”, siyasi olarak ise “yabancı bir vekil” konumuna itmektedir.

Örgütün ayakta kalmasını sağlayan temel unsur, uzun yıllar boyunca, DEAŞ’la mücadele görüntüsü altında, ABD’nin sağladığı yakın hava desteği ve lojistik imkânlar olmuştur. CIA!nin kurguladığı zekice oyunda “Tavşan’a Kaç – Tazıya Tut!” DEAŞ’a “Tavşan”, SDG’ye ise “Tazı” rolü oynatılarak Suriye Toprakları hızla el değiştirmiştir. Haliyle bu tiyatroda, İsrail’e de rejisör görevi verilmiştir. Çünkü, buradaki asıl gaye, İsrail’in sapkın inancı “Arz-ı Mev’ud”a giden süreçte Siyonizm ideolojisini gerçekleştirmektir.

Ancak ABD’nin askeri varlığının 2019’dan bu yana kademeli biçimde azaltılması, üs sayısının sekizden üçe, personel mevcudunun ise üç binden sekiz yüz civarına düşmesi, SDG’nin bu hayati şemsiyeden giderek mahrum kaldığını göstermektedir. Türkiye’nin SİHA kabiliyeti, elektronik harp sistemleri ve sınır ötesi istihbarat üstünlüğü, SDG’nin sahadaki hareket alanını ciddi biçimde daraltmıştır. Hava desteğinden mahrum kalan bir SDG’nin, ağır silahlı aşiret güçleri ve yeniden organize edilen Suriye ordusu karşısında tutunması mümkün değildir.

Bu tabloya ek olarak, enerji kaynakları meselesi SDG’nin kırılganlığını daha da artırmaktadır. YPG’nin kontrol ettiği petrol sahaları ve buğday siloları, örgütün hem finansal hem de siyasi manevra alanının temel dayanağıdır. Ancak bu kaynakların merkezi devlet ekonomisine entegre edilmeden uzun vadeli bir refah üretmesi mümkün değildir. Arap aşiretlerinin “toprağın ve petrolün gerçek sahibi” söylemi etrafında örgütlenmesi, SDG’nin ekonomik can damarını kesebilecek en kritik gelişmelerden biridir. Petrol gelirlerinin aşiretler üzerinden Şam ve Ankara arasında kurulacak bir iş birliğiyle yeniden dağıtılması, SDG’yi askeri çatışmaya gerek kalmadan finansal iflasa sürükleyebilecek bir senaryodur.

Bu noktada Türkiye-Suriye koordinasyonu belirleyici hale gelmiştir. Ağustos 2025’te imzalanan Ortak Eğitim ve Danışmanlık Mutabakatı ve sınır güvenliğine yönelik iş birliği kararları, sahadaki dengeleri köklü biçimde değiştirmiştir. Türkiye’nin kuzeyden uyguladığı baskı ile Suriye ordusunun güney ve batıdan geliştirebileceği hamleler, SDG’yi lojistik ve psikolojik olarak tecrit etmektedir. Irak sınırının Bağdat ile koordineli biçimde kapatılması ihtimali ise örgütün son nefes borularından birini de tıkayacaktır.

Tüm bu gelişmeler, SDG’nin mevcut haliyle bağımsız bir askeri ve siyasi aktör olarak varlığını sürdürmesinin mümkün olmadığını göstermektedir. Önünde iki seçenek vardır: Ya 10 Mart Mutabakatı çerçevesinde devlet yapısı içinde etkisizleştirilerek entegre olacak ve silahlı kimliğinden vazgeçecektir; ya da oyalama politikalarıyla süreci tıkayarak, askeri ve sosyolojik bir çöküşü hızlandıracaktır. İkinci seçeneğin, Türkiye’nin muhtemel müdahalesi ve Suriye ordusunun artan hazırlıkları dikkate alındığında, çok daha maliyetli ve yıkıcı sonuçlar doğuracağı açıktır.

Sonuç itibarıyla; SDG modeli, dış aktörlerin kısa vadeli çıkarları doğrultusunda inşa edilmiş sahte ve geçici bir yapıdır. Bugün bu yapı, demografik uyumsuzluk, dış desteğe aşırı bağımlılık, enerji kaynakları üzerindeki meşruiyet krizi ve bölgesel aktörlerin artan baskısı nedeniyle çıkmaz bir sokağa sıkışmıştır.

Suriye’nin istikrarı, Türkiye’nin sınır güvenliği ve bölgesel barış açısından en rasyonel yol; bu yapının silahlı niteliğinin tasfiye edilmesi ve merkezi devlet içinde denetimli bir entegrasyonun sağlanmasıdır. Aksi halde, tarihsel örneklerin defalarca gösterdiği gibi, büyük güçlerin “ortak” olarak kullandığı vekil yapılar sahada yalnız bırakılacak; geride ise yeni bir çatışma ve istikrarsızlık mirası kalacaktır.