Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi çerçevesinde gerçekleştirilen “Conference of the Parties” toplantılarının otuz birincisi ülkemizde gerçekleşecek.
Her yıl iklim değişikliğiyle mücadele, karbon azaltım hedefleri, yeşil finans, yenilenebilir enerji, adaptasyon ve finansman aktarımı gibi kritik konuları karara bağlandığı zirveye Türkiye’nin ev sahipliği yapacak olması, küresel ölçekte taşıdığı anlamın ötesinde, ekonomi ve finans dünyasının geleceğini doğrudan ilgilendiren bir dönüm noktasına işaret ediyor.
Çünkü iklim diplomasisi artık sadece diplomasi değil, aynı zamanda sermayenin yönünü belirleyen, yatırımların geleceğini şekillendiren, finansal riskleri yeniden tanımlayan bir alan.
Dolayısıyla Türkiye’nin bu zirveye ev sahipliği yapması, iklimle sınırlı bir sorumluluk değil, tam aksine, ülkenin yeşil finans mimarisini yeniden kurması gereken bir zorunluluğa dönüşüyor.
Türkiye ekonomisinin 2025 itibarıyla yaşadığı tüm kırılganlıklar yani dış finansmana bağımlılık, yüksek enerji ithalatı, sanayinin karbon yoğun yapısı, sürdürülebilir yatırımlara erişimdeki yetersizlikler bizi bu dönüşüme mecbur bırakıyor. COP31 ise bu mecburiyeti bir avantaja dönüştürebilecek tek uluslararası vitrin olarak karşımızda.
Küresel finans piyasaları son 10 yılda iklim değişikliği merkezli bir yeniden yapılanma sürecinde. Devasa fonlar, emeklilik fonları, kalkınma bankaları ve özel yatırımcılar artık paralarını karbon yoğun ülkelere değil, net sıfıra gidenlere yönlendiriyor.
Avrupa Birliği’nin sınırda karbon düzenlemesi, ABD’nin IRA paketi, Asya’da yeşil tahvil ve sürdürülebilir kredi mekanizmaları bu yeni dünya düzeninin yapı taşlarını oluşturuyor.
Türkiye bu büyük dönüşümde uzun süre gri bir alanın içinde kaldı. Emisyon azaltım planları yeterince iddialı değildi, yenilenebilir kapasite hızla artsa bile kömürden çıkış takvimi belirsizdi, karbon piyasalarının temeli tamamlanmamıştı ve şirketlerde sürdürülebilirlik raporlaması hala başlangıç aşamasındaydı.
İşte bu nedenle COP31’in Türkiye’de yapılması sadece bir prestij değil, tam tersine, dünya finans merkezlerinin gözlerini Türkiye’nin üzerine çevirdiği bir sınav niteliği taşıyor.
Zirvede Türkiye’nin karşısına çıkacak en net beklenti, “çok daha kuvvetli sözler” vermesi gerektiği yönünde. Bu, politik bir ifade gibi görünse de ekonomik karşılığı çok açık. Eğer Türkiye fosil yakıt politikasını, enerji dönüşümünü, sanayide yeşil dönüşüm yol haritasını ve karbon piyasası altyapısını güçlendirmezse, COP31 ev sahipliği büyük bir kayıp fırsata dönüşebilir.
Çünkü dünya yeşil dönüşümü artık yumuşak tavsiyelerle değil finansal yaptırımlarla hayata geçiriyor. Karbon yoğun ülkeler daha pahalı borçlanıyor, sürdürülebilirlik kriterlerini sağlayamayan şirketler daha yüksek faizle kredi buluyor, temiz enerji hedefleri olmayan devletler uluslararası fonlardan pay alamıyor. Türkiye de bu risklerin tam ortasında.
Ancak Türkiye’nin elinde büyük bir fırsat geçti. COP31’in ev sahibi olarak Türkiye’nin masaya koyabileceği her güçlü taahhüt, ülkenin yeşil finans çekim merkezi olma potansiyelini artırır. Örneğin, güçlü bir emisyon azaltım hedefi sadece çevresel bir başarı olmaz. Uluslararası fonların Türkiye’ye yönelmesini sağlayacak ekonomik bir mekanizma haline de gelebilir.
Zira fonlar artık net sıfıra en hızlı ilerleyen ülkelere gidiyor. Türkiye’nin güneş ve rüzgar potansiyeli, enerji verimliliği yatırımları, yeşil hidrojen kapasitesi, orman ve yutak alan projeleri, Avrupa-Asya enerji koridorundaki stratejik konumu göz önünde bulundurulduğunda COP31 doğru kullanılırsa Türkiye’nin ucuz dış finansmana erişiminde yeni bir dönem açabilir.
Uzmanların söylediği ve Türkiye’den beklenti olarak altı çizilen temel noktalardan biri, Akdeniz merkezli bir iklim girişimi oluşturma fikri.
Akdeniz havzası dünyanın en hızlı ısınan bölgelerinden biri. Türkiye bu bölgenin ekonomik liderlerinden biri olarak, çölleşme, orman yangınları, kuraklık, tarım su güvenliği ve şehirlerde dirençlilik konularında bölgesel bir çatı oluşturabilir.
Bu girişim hem Türkiye’nin iklim politikasına derinlik kazandırır hem de uluslararası fonların bölgesel projeler için ayırdığı kaynaklara erişimini kolaylaştırır. Bu da büyük ölçekli finansmanı Türkiye’ye çekecek bir dış politika hamlesi olur.
Bununla birlikte Türkiye’nin köklü bir hazırlığa ihtiyacı olduğu da açık. COP31’in sadece bir diplomatik vitrine dönmemesi için Türkiye’nin şimdiden yeni bir iklim finansmanı planı geliştirmesi gerekiyor.
Bankacılık sistemi için yeşil kredi standartlarının belirlenmesi, yatırımcılar için net karbon politikalarının açıklanması, sürdürülebilir tahvil ve sukuk piyasalarının genişletilmesi, özel sektör için zorunlu sürdürülebilirlik raporlamasına geçilmesi ve karbon ticaret sisteminin işler hale getirilmesi bu sürecin ana başlıkları arasında olmalı.
Türkiye bu adımları atmakta gecikirse, COP31 ülkeye fayda sağlamaz ve iyi niyetli bir organizasyon olmanın ötesine geçemez.
Gerçekçi olmak gerekirse Türkiye bugüne kadar bazı konularda geride kaldı. Fosil yakıtlardan çıkış takvimi hala belirsiz, kömür yatırımlarının finansmanı tamamen kapanmış değil, karbon piyasasının yasal altyapısı tamamlanmadı, Ulusal Katkı Beyanı hedefleri hem uzmanlar hem uluslararası gözlemciler tarafından yetersiz bulunuyor.
Evet, bu açıdan bakıldığında zirve Türkiye’yi zorlayacak, ama doğru yönetilirse ülkeyi yeni bir finansal lige taşıyacak.
Çünkü yeşil dönüşüm artık sadece bir çevre politikası değil. Ülkelerin kredi notunu, borçlanma maliyetlerini, yabancı yatırım akışlarını ve büyüme stratejilerini belirleyen ekonomik bir çerçeve…
Türkiye COP31’i bu perspektifle ele alırsa, bugün en kırılgan görünen alanlarını yarının en rekabetçi avantajına dönüştürebilir.