TEŞEKKÜR
Tek parti döneminde meydana gelen bir depremde vatandaşına birkaç çivi vermekle yetinen Türkiye’den; 13 vilayeti acıyla sarsan bir depremin ardından vatandaşları için 455 bin konut inşa eden gerçek Türkiye’ye…
Bu Türkiye güven veriyor. Bu Türkiye, “sahipsiz değilsiniz” diyor. En önemlisi de bu Türkiye, süper güç olma yolunda tereddüde yer bırakmıyor.
455 bin konutu gece gündüz demeden vatandaşına kazandıran; başta Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’a, hizmet için çizmelerini dahi çıkarmayan Murat Kurum’a ve emeği geçen herkese sonsuz teşekkürler.
“455 bin konut tamam da…” diye başlayanlar elbette olacak. Kalsiyum yerine iskeletlerinde ahlâksızlık taşıyan o ayaklı enkazlar, yıkıldı yıkılacak. Bu yüzyılın değil, asırların başarısını yine görmezden gelecekler. Yine algı kirletmeye devam edecekler. Zaten o kripto ve satılmışların kişilik depremi hiç bitmeyecek. Gelelim 6 Şubat depreminin düşündürdüklerine…
DEPREM
Depremler dâhil, bütün hadiseler Allah’ın iradesi dışında değildir. Her sene milyonlarca cana elbise giydiren yeryüzünde bu kadar hikmetli işleri, bu kadar kusursuz süsleri yapan kudreti görüp de yerin altındaki hareketleri mutlak iradenin dışında tutmak, aklın değil gafletin neticesidir.
Bir sineğin kanadındaki harikalığı görüp hayran kalan akıl; küre-i arzın içindeki muazzam nizamı nasıl tesadüfe havale eder? Kâinat ve arz, öyle itaatkâr memurlardır ki, emir tahtasında hareket ederler. Ve her hareket, bizim bilmediğimiz hikmetlerle donatılmıştır.
Deprem denildiğinde çoğumuzun zihni hemen fay hatlarına, yer kabuğundaki kırılmalara, madenî inkılaplara gider. Televizyon ekranlarında uzmanlar konuşur; grafikler, haritalar, teknik terimler ardı ardına sıralanır. Elbette bunlar doğrudur, gereklidir, inkâr edilemez. Fakat bütün mesele buraya sıkıştırıldığında, insanın kalbinde ve vicdanında açılması gereken asıl kapı kapalı kalır. Zira mesele yalnızca “nasıl oldu?” sorusu değildir.
Asıl soru şudur: Niçin sarsıldık?
Ehl-i gafletin düştüğü temel yanılgı burada başlar: Sebepleri görüp Müsebbib’i unutmak… Tabiatı konuşturup iradeyi susturmak… Tesadüfe sığınıp hikmeti perdelemek… Oysa bu kâinatta tesadüf, ancak hakikati görmek istemeyenlerin sığındığı bir kelimedir. Düşünün: Bir sineğin küçücük kanadında bile ölçü, nizam ve hikmet apaçık okunurken; milyarlarca canı sırtında taşıyan küre-i arz nasıl başıboş, sahipsiz ve maksatsız olabilir? En küçüğünde irade varken, en büyüğünün irade dışı kalması mümkün müdür?
Zelzele elbette madenî hareketlerle meydana gelir. Yer kabuğu gerilir, sıkışır ve boşalır. Fakat bu hakikati yalnızca buna indirgemek, barutu suçlayıp tetiği çeken eli görmemeye benzer. Bir insan vurulduğunda sadece fişekteki barutun ateş almasına bakıp faili yok saymak nasıl bir akıl tutulmasıysa; zelzeleyi yalnızca tabiata havale etmek de aynı ölçüde bir gaflettir.
Burada ilimle iman çatışmaz. Bilakis ilim, iman için bir penceredir. Ancak ilmi putlaştırmak, onu hakikatin yerine koymak, insanı uyanıştan mahrum bırakır. Çünkü felaketler sadece yıkmak için değil, uyandırmak için gelir.
Deprem; yalnızca binaların değil, kibirlerin çatladığı andır.
Zelzele; betonun değil, vicdanın test edildiği imtihandır.
Deprem; toprağın değil, insanın sarsıldığı ilahî bir ikazdır.
Bugün sorulması gereken soru şudur:
Depremden sonra şehirlerimizi yeniden inşa ederken, kalplerimizi de onarıyor muyuz? Allah’a sarsılmaz bir imanla bağlanıyor muyuz?
Yoksa her sarsıntıyı birkaç teknik raporla geçiştirip hayatımıza kaldığımız yerden mi devam ediyoruz?
Unutmayalım: Yer bazen susar, bazen konuşur. Konuştuğunda ise en çok duyması gerekenler, kendini güvende zannedenlerdir.
Dua edelim ki, zelzeleler bitmeden biz silkelenelim.
Yıkılmadan uyananlardan olalım. Her manada uyanmak niyetiyle selamlar...