Dindar Nesil Nerede Kayboldu?

Son günlerde namazla alay eden gençlerin videoları dolaşıma sokuluyor. Görüntüler infial uyandırıyor; öfke yükseliyor, lanetler savruluyor. Herkes haklı olarak öfkeli. Ancak bu öfke bizi asıl sorudan uzaklaştırmamalı. Çünkü mesele birkaç ergenin yaptığı bir saygısızlıktan ibaret değil. Bu videolar bir başlangıç değil, bir sonucun dışavurumudur. Asıl sorulması gereken soru şudur:

Biz bu noktaya nasıl geldik?

Yıllar önce Emine Şenlikoğlu “Gençliğin imanını sorularla çaldılar” demişti. O cümle, bir dönemin ruhunu anlatıyordu. İnanç, ideolojik saldırılarla, teorik kuşkularla, uzun tartışmalarla aşındırılıyordu. Gençler soruyor, itiraz ediyor ama yine de arayışın içinde kalıyordu.

Bugün ise tablo daha ağır, daha sessiz ve daha yıkıcı:

Gençliğin imanı artık sorularla değil, ahlaksızlıkla; kitaplarla değil, hayat tarzlarıyla; itirazla değil, alayla çalınıyor.

Sorunun merkezinde artık “inanıyor musun?” yok.

“Gördüğün şey inanmaya değer mi?” sorusu var.

Daha da sarsıcı olan şu:

Bu yozlaşmanın failleri hep işaret edilen “öteki” değil.

İmam hatipli, muhafazakâr camiadan gelen, dindar kimliğiyle bilinen isimlerin uyuşturucu, fuhuş, şiddet ve her türlü gayri ahlaki çürümenin içinde anılması tesadüf değil. Bu tabloyu “bireysel sapma” masalıyla geçiştirmek, hakikatle yüzleşmekten kaçmaktır.

Ortada büyük bir çelişki duruyor:

Sözde dindarız, ama ahlak yok.

Semboller yerli yerinde, ama vicdan ortada yok.

Dilin ucunda din var, hayatın merkezinde haz.

Bir nesle “haram” demeyi öğrettik belki, ama neden haram olduğunu anlatamadık.

Namazı öğrettik ama namazın insanı dönüştüren tarafını yaşayarak gösteremedik.

Günah listeleri yaptık; fakat utanç duygusunu, edebi ve sınırı kaybettik.

Biz “dindar nesil” iddiasını hangi ara içi boş bir slogana çevirdik?

Hangi noktada dindarlığı ahlaktan, ibadeti adaletten, sözü hayattan kopardık?

Bugün namazla alay eden genç, çoğu zaman namazla alay etmiyor.

O genç, samimiyetsizlikle, ikiyüzlülükle, rol kesen bir dindarlıkla alay ediyor.

Evde başka, kamusal alanda başka yaşayan yetişkinleri görüyor.

Vaaz dinliyor ama adaletsizliğin normalleştiğine şahit oluyor.

Helal konuşuluyor, haram hayatlar meşrulaştırılıyor.

Gençlik bu çelişkiyle büyüyor.

Ve sonunda bu çelişkiye saygı duymayı reddediyor.

Bu noktada suçu yalnızca gençliğe yıkmak kolaycılıktır.

Asıl yüzleşmemiz gereken soru çok daha ağırdır:

Biz nasıl bir ahlak örneği sunduk?

İnanç zorla korunmaz, evet.

Ama alay da “özgürlük” değildir.

Anayasa inancı korur; çünkü inanç yalnızca bireysel bir tercih değil, toplumsal bir değerdir. Bir toplumun kutsallarıyla alay etmek fikir değil; açık bir saygı ve birlikte yaşama ihlalidir.

Fakat hukuki tartışmanın ötesinde bir gerçek var:

Bugün yaşadığımız kriz bir iman krizinden çok, hatta ondan da fazla, ahlak krizidir.

Ve ahlak, sadece gençlerden beklenmez.

Ahlak, önce güçlüden, görünür olandan, “örnek” olması gerekenden beklenir.

Uzun yıllar boyunca kendimizi “bizden olanlar yapmaz” diyerek rahatlattık.

Suçu hep dışarıda aradık: Sosyal medyada, popüler kültürde, Batı’da…

Oysa asıl erozyon, içeride, evlerde, okullarda, cemaatlerde başladı.

Ahlak üretmeyen bir dindarlık, zamanla bir kabuğa dönüşür.

Kabuğun içi boşaldığında geriye yalnızca gürültü kalır.

Gençlik bu gürültüyü duyuyor ama içinde hakikat bulamıyor.

Bu yüzden alay ediyor.

Çünkü anlamını yitirmiş semboller, gençlik için artık ikna edici değil.

Eğer bu çöküşü durdurmak istiyorsak, bağırmayı azaltıp aynaya bakmayı çoğaltmak zorundayız.

Çünkü gençlik aynadır.

Ve aynalar yalan söylemez.

Belki de artık şu cümleyi cesaretle kurmanın zamanı gelmiştir:

Biz gençliği kaybetmedik; önce ahlakı ihmal ettik.

Ve ahlak ihmal edildiğinde, iman da savunmasız kalır.