Dinlemeyi unuttuk!

Etrafımızdaki gürültü hiç susmuyor, değil mi? Telefon bildirimlerinin keskin cıvıltıları, bitmek bilmeyen haber akışlarının zihin bulandıran uğultusu, sosyal medyanın sahte pırıltılarla dolu çağrısı, trafiğin sabırsız korna sesleri, yanı başımızdaki inşaatın kulak tırmalayan gürültüsü… Hayır, sadece fiziksel bir gürültüden söz etmiyorum; zihinlerimizi aralıksız işgal eden, ruhumuzu yoran, bizi biz olmaktan çıkaran bir bilgi ve duygu bombardımanı bu. Herkesin söyleyecek bir sözü var, herkes kendi küçük dünyasının en önemli hikâyesini anlatma telaşında. Peki, bu kakafoninin, bu ses curcunasının tam ortasında, birbirimizi gerçekten duyuyor muyuz? Yoksa sadece kendi sesimizin, kendi düşüncelerimizin yankısını mı arıyoruz başkalarının sözlerinde? Korkarım ki, o kadim ve şifalı sanatı, insanı insana bağlayan o eşsiz hüneri, derinlemesine dinleme sanatını kaybettik. Bu, yalnızca bir iletişim becerisinin yitirilmesi değil, aynı zamanda bir yaşam biçiminin, bir varoluş hassasiyetinin de kaybı anlamına geliyor. Çünkü etrafımızdaki bu ses duvarı, sadece dış dünyayla değil, kendi içimizle olan bağımızı da zedeliyor; iç sesimizin fısıltılarını duyamaz hale geliyoruz.

Çoğumuz, karşımızdaki konuşurken aslında onu dinlemiyoruz; ne acı ki, sadece cevap verme sıramızı, kendi düşüncelerimizi ortaya koyma fırsatını bekliyoruz. Zihnimiz, duyduğumuz kelimelerden çok, bir sonraki hamlemiz olan kuracağımız cümlelerle meşgul. En hararetli tartışmalarda, en neşeli aile yemeklerinde, hatta en samimi sandığımız dost sohbetlerinde bile, insanlar adeta birbirlerine kendi iç dünyalarının monologlarını sunuyor. Karşılıklı konuşmalar, iki ayrı radyo frekansının aynı anda, inatla kendi yayınını yapmasına benziyor; sesler birbirine karışıyor, bir gürültü yumağı oluşuyor ama gerçek bir iletişim, sahici bir anlama çabası bir türlü gerçekleşmiyor. Kelimeler havada asılı kalıyor, kalplere ulaşmadan, ruhlara dokunmadan buharlaşıp gidiyor. Bu durum o kadar yaygınlaştı ki, neredeyse normalimiz haline geldi; gerçek bir dinlemeyle karşılaştığımızda şaşırır olduk. Sahi, en son ne zaman birini, tüm dikkatinizi vererek, sadece ve sadece anlamak için, onun dünyasına bir pencere açmak için dinlediniz? Kendi düşüncelerinizi, o an için susturulması zor önyargılarınızı, hazırda bekleyen cevaplarınızı bir kenara bırakıp, kendinizi tamamen karşınızdakinin evrenine açtınız? Bu, aslında kendimize de sorduğumuzda çoğu zaman cevapsız kalan bir soru, değil mi?

Peki, bu eşsiz sanatı neden kaybettik? Neden kulaklarımız en yakınımızdakinin sesine bile sağırlaştı, kalplerimiz neden bu denli katılaştı? Belki de hayatın o baş döndüren hızıdır asıl suçlu olan; her şeye yetişme, her olaydan haberdar olma telaşı, durup bir nefes almaya, bir başkasını can kulağıyla dinlemeye vakit bırakmıyor. Sürekli “en iyi” olmamızı, “en parlak” görünmemizi, daima bir adım önde olmamızı talep eden o acımasız performans kültürüdür belki de bizi bu hale getiren; dinlemeyi bir pasiflik, bir acizlik, hatta bir zaman kaybı olarak görmemize neden oluyor. Sosyal medyanın göz kamaştıran, ancak çoğu zaman gerçeği yansıtmayan parlak vitrinlerinde kendimizi sergileme, beğeni toplama arzusu, başkalarının ne dediğinden çok, bizim ne diyeceğimizin, ne kadar zekice görüneceğimizin alkışlanması beklentisi, bizi farkında olmadan bencil birer anlatıcıya, kendi hikayesinin narsist kahramanına dönüştürüyor. Hepimiz, ne yazık ki, kendi yankı odalarımıza çekildik; sadece kendi düşüncelerimizi onaylayan, kendi doğrularımızı pekiştiren sesleri duyuyor, farklı olanı, bizi düşünmeye zorlayanı, konfor alanımızın dışına iteni duymamazlıktan, hatta yok saymaktan geliyoruz. Belki de o eski dost, içimizdeki o her daim ilgi bekleyen narsist fısıltı, sürekli “ben, ben, ben” dememizi, ilgi odağı olmayı, hep konuşan taraf olmayı arzulamamızı telkin ediyor. Bu durum, dinlemeyi verimsiz bir eylem gibi görmemize, çünkü dinlemenin hemen somut bir çıktı üretmediği, anlık bir tatmin sağlamadığı yanılgısına düşmemize yol açıyor. Farklılıklardan ve anlaşmazlıklardan duyduğumuz o derin rahatsızlık da cabası; zorlayıcı sohbetlerden kaçınmak için kulaklarımızı tıkıyoruz adeta.

Oysa gerçek dinlemenin gücü bambaşkadır, dönüştürücüdür, iyileştiricidir. O, sadece kelimeleri işitmek değil, kelimelerin ardındaki saklı duyguyu hissetmektir; bir bakışta gizlenen kederi, bir gülüşün ardındaki yorgunluğu fark etmektir. Satır aralarını okumak, sessizliğin o derin ve anlamlı sesini duymak, karşınızdakinin gözlerindeki ifadeyi, sözcüklere dökülmeyen o ince manayı anlamaktır. Gerçek dinleme, en saf haliyle empati kurmaktır; o an için kendi dar kalıplarımızdan, kendi önceliklerimizden sıyrılıp, başkasının ayakkabılarıyla yürümeye, onun dünyasını onun gözleriyle görmeye çalışmaktır. Varlık göstermektir en önemlisi; tüm benliğinizle, tüm dikkatinizle orada olmak, karşınızdakine yargısız bir kabulle, “Seni anlıyorum, yanındayım, değerlisin” mesajını tüm hücrelerinizle vermektir. İşte bu tür bir dinleme, en derin kırgınlıkları onarır, en uzak mesafeleri kapatır, en katı buzları bile eritir. İnsanlar arasında görünmez ama çelikten daha sağlam köprüler kurar. Gerçek bağlar, kalıcı dostluklar, anlamlı ilişkiler, ancak ve ancak böyle derin, böyle cömert bir dinlemeyle filizlenir, kök salar. Çünkü dinlemek, sevginin ve saygının en temel eylemlerinden biridir; karşımızdakine varlığının bizim için ne kadar kıymetli olduğunu hissettirir. Bu özenli dinleme, bir güven ortamı yaratır, insanların en savunmasız yanlarını bile çekinmeden açabilecekleri bir sığınak sunar.

Anlaşılmadığını hissetmek, duvarlara konuşuyormuş gibi çaresiz kalmak ne kadar yaralayıcıdır, ne kadar yalnızlaştırıcıdır, bilirsiniz. İçinizdeki fırtınaları, en coşkun sevinçleri, en karanlık korkuları birine anlatmak istersiniz ama karşınızdakinin gözlerinde o boşluğu, o kayıtsızlığı, o başka dünyalarda gezinen ilgisizliği gördüğünüzde, en kıymetli sözleriniz bile boğazınızda düğümlenir, anlamını yitirir. İnsanın kendi içine kapanması, kendini dipsiz bir kuyuda yapayalnız hissetmesi, çoğu zaman tam da bu duyulmama, anlaşılmama halinden kaynaklanır. Tıpkı o unutulmaz filmdeki gibi, kendinizi “kötü adam” ya da “başarısız” olarak gördüğünüz, en diplerde hissettiğiniz anlarda bile, belki de tek ihtiyacınız olan şey, sizi yargılamadan, öğüt vermeden, sadece ve sadece dinleyecek bir çift müşfik kulaktır. Siz hiç böyle hissettiniz mi? O anlarda, kalbinizin derinliklerinden yükselen o sessiz çığlığı duyacak birine ne kadar da muhtaç olduğunuzu fark etmediniz mi? Çünkü anlatılmayan hikayeler, içimizde biriken zehir gibidir; bizi yavaş yavaş tüketir, kendimize olan inancımızı sarsar. Bazen olumsuz olarak algılanan davranışların temelinde bile, anlaşılma ve duyulma arzusunun o çaresiz çırpınışı yatar.

Bu kayıp sanatı, bu hayat memat meselesi olan dinleme becerisini yeniden keşfetmek, artık bir lüks değil, ertelenemez bir zorunluluktur. Bu sadece başkalarına yapacağımız bir iyilik, bir lütuf da değildir; aynı zamanda ve belki de daha önemlisi, kendimize yapacağımız paha biçilmez bir yatırımdır. Çünkü başkalarını gerçekten, kalbimizle dinlemeye başladığımızda, sadece onları değil, aynı zamanda kendi içimizdeki o susturulmuş sessizliği, kendi ihmal edilmiş derinliklerimizi de duymaya başlarız. Bu, dışarının o sağır edici gürültüsünün ortasında ruhumuz için bir vaha bulmak, yorgun zihnimizi dinlendirmek gibidir. Kendi iç sesimizle yeniden bağ kurmak, kendimizi daha iyi anlamanın ve iç huzuruna ulaşmanın da kapısını aralar. Gelin, bugün bir yerden başlayalım, küçük bir adımla da olsa bu iyileşme yolculuğuna çıkalım. Karşımıza çıkan ilk insana, eşimize, çocuğumuza, arkadaşımıza, hatta belki bir yabancıya, sıramızı beklemeden, cevap hazırlama telaşına düşmeden, sadece ve sadece onu duymak, onu anlamak için kulak verelim. Belki de o sessizliğin, o dikkatli dinleyişin içinde yükselen o derin çığlıkta, kaybettiğimiz o saf, o birleştirici insanlığımızı yeniden buluruz. Bu, bireysel bir çabayla başlayacak ama dalga dalga yayılarak toplumsal bir dönüşüme ilham verebilecek bir adımdır.