Dolar (USD)
32.50
Euro (EUR)
34.53
Gram Altın
2499.48
BIST 100
9548.09
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

​İstanbul bize emanettir

İstanbul'un, İslâm dünyasına bir müjde olduğunu söyleyen Osman Nuri Topbaş Hocaefendi, aynı zamanda bu kadim şehrin müslümanlara bir emanet olduğunu ve bu emanetin iyi korunması gerektiğini söyledi.
​İstanbul bize emanettir
03 Nisan 2021 00:12:40
İstanbul'un, İslâm dünyasına bir müjde olduğunu söyleyen Osman Nuri Topbaş Hocaefendi, aynı zamanda bu kadim şehrin müslümanlara bir emanet olduğunu ve bu emanetin iyi korunması gerektiğini söyledi.

osman_84118fc430e31c3a1d91a72551b2d32c.jpg

Muhterem Osman Nuri Topbaş Hocaefendi, geçtiğimiz günlerde Fahri Sarrafoğlu'nun hazırlayıp sunduğu "İstanbul Sırları" programında, İstanbul'la ilgili değerli bilgiler vermişti.

Eyüp_9fce43a1c55a672f017cb97326a3fd5b.jpg

İstanbul denilince ilk akla Eyüpsultan gelir. Zira burada, büyük sahabi Ebû Eyyüb-e Ensari Hazretleri medfundur.

Türbe_8ed0156285848e661f546875b405fc35.jpg

Ebû Eyyubel Ensari Türbesi, İstanbul'a ilk gelenlerin ziyaret yeri olduğu gibi, Hacca'a gidenlerin de mukaddes yolculuk öncesi ziyaret ettikleri müstesna bir mekandır.

FAHRİ SARRAFOĞLU

İLİM Yayma Cemiyeti kurucularından, Hâce Mûsa Topbaş veliyullah'ın mahdumu, ilim ve irfan sahibi, Kur'an-ı Kerim hizmetkârı, ehli sünnet müdafilerinden Osman Nuri Topbaş Hocaefendi ile İstanbul üzerine bir sohbet gerçekleştirdik. Zira kendileri bir İstanbul aşığıdır. Onun dilinden hem bu kadim şehri tanımak hem de sohbetinden istifade etmek istedik.

- Muhterem Efendim, öncelikle çok teşekkür ediyoruz.İstanbul denilince; tarihimiz, kültürümüz ve gönül dünyamız itibârıyla bizim için ne ifade eder?

İstanbul bizim için çok değeri olan bir şehirdir. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, “İstanbul fetholunacaktır…” buyurmuştur. Bu müjdeye ulaşabilmek için Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri’nden başlayarak akın akın Fatih Sultan Mehmed Hân’a kadar akınlar devam etmiştir. Yeter ki -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yüreğinde bir yerimiz olsun, kıyâmet günü bir yerimiz olsun diye. İstanbul deyince en başta mânevî olarak, Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri hatırımıza gelir. Seksen küsur yaşında iki ayrı İstanbul seferinde bulundu. Vasiyeti şöyleydi: “Eğer bu seferde vefât edersem, askerimizin adımını attığı son noktaya gömün beni. Benden sonra gelen asker, daha öteye gitsin."

Yani bedeniyle dahî bir ufuk vermeye çalıştı. Hakikaten, arkadan gelenler de bu vasiyeti yerine getirdi. Ondan sonra Avrupa seferleri başladı.

Eyyûb el-Ensârî Hazretleri 1.400 sene evvel vefât etti. Bugün baktığımız zaman; bizim mi ziyaretçimiz çok, Eyyûb el-Ensârî Hazretleri’nin mi ziyaretçisi?.. Mâşâallah, doluyor taşıyor. Hem Türkiye’mizden, hem de Dünya’nın dört bir tarafından.

- İstanbul’un fethi Fatih Sultan Mehmed Hazretleri’ne kısmet oldu.

-Tabii ki.. Yani Cenâb-ı Hak ona, o fethi ihsân etti, ikram etti. İstanbul, bize Peygamber Efendimiz’in bir müjdesi ve Efendimiz’in gelecek nesillere bir emanetidir. İnşâallah kıyâmete kadar, İslâmbol olarak devam eder.

-Muhterem Efendim, İstanbul neden bu kadar önemlidir?

-İstanbul boğazı, âdeta bir gerdanlık gibi şehri süsler. Öyle bir süsleyiş ki, Cenâb-ı Hak öyle halk etmiş ki, bu İstanbul boğazı biraz daha geniş olsa denize benzer. Biraz daha dar olsa dereye benzer. Cenâb-ı Hak öyle bir kıvam, öyle bir güzellik, öyle bir zarâfet vermiş ki. Buranın yaratılışında Cenabı Hakk'ın ayrı bir güzel lûtfu var.

Ayrıca İstanbul, tabiî güzelliklerle donatıldığı gibi, maddî-mânevî güzelliklerle de donatıldı. Nasıl ki bir câmînin îmârı, onun hattı, tezyin ve dekorlarından önce sâlih ameller, cemaat, ihlâslı kalabalıklar, tilâvetlerle olursa; bir şehrin de mânevî bir îmârı, maddî îmârından daha evvel gelir.

- Efendim. gençlerimize İstanbul’u sevdirmek istiyoruz. İstanbul’u gezmeye, daha doğrusu İstanbul’u sevmeye nereden başlayalım?

-Şâirin güzel bir mısraı var:

Yetişmez mi bu şehrin halkına bu nîmet-i Bârî,

Rasûl-i Ekrem’in yâri Ebâ Eyyûb el-Ensârî!..

Yine oradan başlamak. Bir teberrük makâmıdır. Osmanlı’da sultanlar da taht’a cülûs merasiminin bir parçası olarak Eyüb Sultan’da kılıç kuşanırlardı. Oradan başlardı. Bunun için yine oradan başlamak lazım. Tabii ki tarihî eserlerimizi; Süleymaniye, Sultanahmed vs. emsâllerini de ihmal etmemek gerekir.

Da Vinci'yi hangi Sultan veto etti?

- Fatih Sultan Mehmed Han’la devrin birçok ünlü sanatçıİstanbul’a gelmek istedi. Ama bir çoğuna müsâade edilmedi. Bunun sebebi sizce nedir acaba? Neden o sanatçıların İstanbul’a gelmesi istenmedi?

- Leonardo da Vinci de gelmek istedi. Dedi ki, “İstanbul’un mimar, hamam, câmi, yol gibi projeleriniben çizeyim ben yapayım” dedi. Hattâ buna saraydaki Kubbealtı vezirleri çok sevindiler. Ne de olsa dünyaca meşhur bir mimar gelecek, İstanbul’u tanzim edecek.

Fakat Fatih’in oğlu 2. Bayezid Han Hazretleri: “Yok dedi, hayır dedi, eğer o gelirse, buraya bir hristiyan mîmârîsi yerleşir. Oysa biz mîmârîmizi kendimiz inkişâf ettireceğiz” dedi.

Tabi bu, bir firâset, bir mü’minin firâseti. Daha sonra da Sinanlar geldi. Bizim rûhumuzu aksettirecek sanatkârlar vücut buldu.

- Tarih şuuruyla baktığımız zaman, İstanbul muhteşem mâzinin hatıralarıyla dolu. Külliyeler, câmiler, sadaka taşları, şehidlikler, dergâhlar, türbeler ve kabirler…

- Tarih, bir milletin hâfızasıdır. Millî tecrübeler mecmuasıdır. Bu yüzden mâzi çok mühimdir. Mazinin bittiği yerde millet biter. İnsan biter, iz’an biter. Çünkü millet, bir bakıma tarihinden ibarettir. Onu mânevî değerlerinden ve tarih şuurundan uzaklaştırırsanız, geriye insan sürüsü kalır. Onun için bugün gençlerimize bilhassa bu şerefli tarihimizi aksettirmemiz lâzım.

- Şimdi Efendim, Mimar Sinan’ın güzel eserleri var. Fakat eserlere bakıyoruz, ondan sonraki bir Sedefkâr Davud Ağa, Mimar Ahmed Ağa, Tâhir Ağa… Baktığımız zaman sadece bina yapmıyorlar, bir imza da atıyorlar. Nedir o eserlerdeki sırlar? Tasavvuf bilgisi olduklarını da görüyoruz. Yani o kubbe niye öyle? O minare niye altı, niye dört, ya da o estetik oraya niye öyle konulmuş, bir mânâsı var.

-Bu konuda sadece mimarların değil, o dönemdeki Osmanlı devlet adamlarından tutun, aşağıya kadar herkesin bir tasavvuf terbiyesinden geçtiğini görüyoruz. Burada tabi, kalbin o rûhânî istîdatları, taşa, toprağa aksetmiş durumda. Bu câmînin yapılışlarına baktığımız zaman, bir defa her taş, abdestli konuyor. Mâneviyat bakımından. Süleymaniye Külliyesi yapılırken, Kânûnî Sultan Süleyman bir tâlimat verdi. Bu tâlimatta aç hayvana bile (yük) taşıttırılmayacak. Doyurulacak, ondan sonra taşıttırılacak. Eğer yorgunsa dinlendirilecek. Yani bir mahlûkat hukukuna bile dikkat edilmiştir.

Hattâ Süleymaniye açıldıktan sonra da Kânûnî Sultan Süleyman, bütün çalışan işçileri, kalfaları, mühendisleri toplamış ve demiş ki:

“Yanlışlıkla, sehven eğer hakkını alamayan varsa, gelsin lütfen hakkını istesin. Burada bulunmayan çalışan işçiler varsa, onlara da lütfen bu söylensin. Onlar da gelsin hakkını istesin…”

Süleymaniye_3b4d89ef06a66641c6b491ddc8c67e61.jpg

Minareler Allah'a açılan ellerdir...

-Osmanlı mimarisinin özellikleri neydi efendim?

-Bir kere minareler. Allâh’a açılan ellerdir o minareler. Semâya kalkan duâlar oradan… Şadırvanlar ayrı bir güzellik. Hem abdest alacak, hem abdest alırken duâlar okuyacak, hem de o güzel estetik içinde ibadete hazırlanılacak. Meselâ bir Süleymaniye Câmii’ne baktığımız zaman loştur. Fakat bir rûhî derinlik verir.

Süleymaniye Câmii’nin eski hatîbi bir gün teşrif etmişti, sohbet ediyorduk. Şöyle bir hâdise nakletti:

Bir turist kâfilesi zaman zaman gelir. Benim de dikkatimi çekti sık sık gelmesi. Kendilerine yaklaştım:

“Siz dedim, sık sık geliyorsunuz, iki ayda, üç ayda bir; kimsiniz dedim, sizi ne gibi duygulara götürüyor bu mâbed?”

Dedi ki:

“Biz dedi, Güney Amerika’dan geliyoruz. Biz bunaldığımız zaman, sıkıldığımız zaman buraya geliriz, otururuz, bizim burada rûhumuz dinlenir.”

Terapi yapıyorlar bir anlamda. Hakîkaten Süleymaniye, Sultanahmed Câmii’ne gidildiği zaman, oraya gelen turistler şöyle bir dolaşıp gitmiyor, bir müddet oturuyorlar orada. Demek ki oradan birtakım in’ikâs geliyor, duygular oluyor. Yani o şekilde rûhunu bir dinlendiriyor. Tutup o geometrik binaları seyretmiyor kuru kuruya. O kaktüs gibi binaları, gökdelenleri dolaşmıyorlar. Neden? Çünkü ondan rûhuna bir şey almıyor.

stanbul_487342e59598ec30b6b831fe9922924f.jpg

Kayd-ı hayat şartıyla beni buraya hapsedin

- Efendim, ecdadımızdan Allah razı olsun. Nice eserler bıraktılar bizlere. Peki bizler ve bizden sonrakiler bunu nereye götürebiliriz, neler yapabiliriz?

- Tarihe baktığımız zaman, dünyaya hükmetmiş hükümdarlar vardır. Firavunlar var, Nemrutlar var. Bunların zulümlerini ve fânîlik karşısındaki acziyetlerini ifade eden mezarları var. Yani bu kasvetli mezarları da bir zulüm âbidesi.

Bir Mısır’a gittiğiniz zaman, piramitler var. Yani on bin insan çalıştırılmış, bir insanın cesedini gömmek için. Ve bu piramitler yapılırken de içlerinden birkaç kişi de vefat etmiş. Zulümle yapılmış.

Bir Sodom Gomore’ye gittiğiniz zaman, birtakım taşlaşmış insanlar görürsünüz. Pompei’ye gittiğiniz zaman, taşlaşmış insanlar görürsünüz, Sodom Gomore’ye gittiğinizde bataklık bir göl görürsünüz. Yani insanlığa bıraktıkları hiçbir şey yok.

Fakat bizim hayatımızda îlâ-yı kelimetullah, tâzim li-emrillâh, şefkat alâ halkıllâh düsturuyla vakfetmeleri (neticesinde), ecdâdımızın binlerce eseri kalmıştır.

Yıllar evvel Abdülhamid’in bir torununun torunu geldi. Şöyle bir Sultantepe’den, Üsküdar’dan manzarayı seyretti. Dedi ki:

“Beni, kayd-ı hayat şartıyla buraya hapsetseler de İstanbul’u seyretsem.”

Her yerde ecdadımızın eserleri var

"Bir su içmek istediğimiz zaman, bir Terkos Gölü, Bezm-i Âlem Vâlide Sultan’ın vakfiyesidir. Unkapanı’ndan geçerken ilk köprü, yine ecdâdımızın köprüsüdür. Askerî kışlaları gezmek istersek, Davud Paşa, Râmi, Haydar Paşa kışlaları, onlar da ecdâdımızın bize yâdigârı. Bir hastahaneye gitmek durumunda olduğumuz zaman Vakıf Gurabâ, Çapa, Haydar Paşa ve emsalleri, Haseki… Onlar da ecdâdımızdan bize kalan hastahaneler. Bir tren yolu. Abdülhamid’in zamanında, Osmanlılar zamanında yapılmış."

Osmanlı'nın merhameti bir ağ gibiydi

Osmanlı'nın hizmet ruhu, o zamanlar tekkeler inşâ ediyordu, dergâhlar inşâ ediyordu. Vakıflar kuruldu. Aşağı yukarı 26 bin 600 küsur vakıf kuruldu. Bunlar, toplumu; merhametle, şefkatle bir ağ gibi ördüler. Külliyeler yapıldı. Câmi, câminin etrafında şifâhanesi, sebili, aşhanesi, mektebi, kütüphanesi. Yani halk, mânevî ihtiyacını, maddî ihtiyacını, gelsin bu külliyeden görsün diye... Yani Osmanlı’da çok ince bir düşünüş vardı.

Osmanlıda kavimcilik neden yoktu?

- Evet Yoktu. İstanbul'a baktığımız zaman, değişik kültürlerden insanlar vardı. Bir mikser düşünelim. Bu mikserin içinde bütün ırklar var ve bu mikserin düğmesine basıldığı zaman, hepsi Osmanlı bayrağının altında toplanıyordu. Osmanlıyız diyordu. Kürt de Osmanlıyız diyordu, Türk de Osmanlıyız diyordu. Arnavut da Osmanlıyız diyordu, Boşnak da Osmanlıyız diyordu. Diğer gayr-i müslim kavimler de saygılıydı. Çünkü onların da hak ve hukukları gözetilip korunuyordu. Yani Osmanlı o kadar hoşgörülüydü. Bugün bu mümkün mü? Hayali bile mümkün değil…

Gençlere maneviyat vermek gerek

Gençlerimize tarih şuuru vereceğiz inşâallah. Ama çok gayret etmemiz lâzım. Uyuşturucu, içki, kumar, fuhuş. Maalesef yabancı tesirler çok zararlı oluyor Gençleri kültürden de kopartıyor, benlikten de kopartıyor, insanlıktan da kopartıyor. Gençlere bir defa mâneviyat vermeden olmaz. Mânevî terbiye zarurî. Tabi, âileler de zayıfladı. Âilelerde İslâm kültürü çok azaldı. Bizlere çok iş düşüyor. Ecdadımız İslâm’ı nasıl yaşayarak anlattı? Biz de öyle yapmalıyız. İşte bugün mahrumiyet çektiğimiz budur. Bu mahrumiyeti bitirmemiz lazım.