Dolar (USD)
32.42
Euro (EUR)
34.29
Gram Altın
2492.64
BIST 100
9693.46
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

Taha suresinin tefsiri

Tefsir mealin açıklamasıdır. Bu yazımızda Taha suresinin tefsirini hazırladık. Taha suresi 135 ayettir, Mekke döneminde nazil olmuştur. Peki Taha suresi ne anlatıyor? Taha suresinin tefsiri nasıldır? İşte Taha suresinin tefsiri...
Taha suresinin tefsiri
20 Kasım 2020 13:44:00
Tefsir mealin açıklamasıdır. Bu yazımızda Taha suresinin tefsirini hazırladık. Taha suresi 135 ayettir, Mekke döneminde nazil olmuştur. Peki Taha suresi ne anlatıyor? Taha suresinin tefsiri nasıldır? İşte Taha suresinin tefsiri...

Tefsir mealin açıklamasıdır. Bu yazımızda Taha suresinin tefsirini hazırladık. Taha suresi 135 ayettir, Mekke döneminde nazil olmuştur. Peki Taha suresi ne anlatıyor? Taha suresinin tefsiri nasıldır? İşte Taha suresinin tefsiri...

Tâ-Hâ / 1

“Tâ. Hâ.”, mukataa harflerinden olup, bu haliyle sadece bu sûrenin başında geçer. Bu harfler Allah Teâlâ ile Habib’i arasında bir şifre olmakla birlikte, bunlar hakkında yapılan bir kısım tefsirler de olmuştur:

Bu, Allah Teâlâ’nın isimlerinden biridir.

Bu, Ahmed, Muhammed ve Yâsîn gibi Resûlullah (s.a.s.)’in isimlerinden biridir. Cenâb-ı Hak bu isimle Efendimiz (s.a.s.)’e hitap ederek söze başlar.

Peygamberimiz kastedilerek: “Ey Adam!” demektir.

“Tâ”, Peygamberimiz (s.a.s.)’in “Tâhir ve Tayyib” isimlerinin, “Hâ” da onun “Hâdî” isminin başlangıcıdır.

“Tâ. Hâ.”, “Sen yeryüzüne bas”, demektir. Çünkü Habîb-i Ekrem (s.a.s.) ayakları şişinceye kadar namazın sıkıntılarına tahammül edi­yor ve ayaklarını sırayla dinlendirmek lüzûmunu hissediyordu. O bakımdan ken­disine “Yere bas”, yani “Sen bu şekilde dinlenme ihtiyacı görecek ka­dar kendini yorma!” buyruldu. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XVI, 170-172; Kurtubî, el-Câmi‘, XI, 166)

“Tâ. Hâ.”, “Ey nübüvvet yaygısının kendisiyle dürüldüğü, ey kendisiyle mükevvenâtın hüviyetimize büründüğü kimse” demektir. (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, V, 431)

Yapılan izahlardan anlaşıldığı kadarıyla Res3ulullah (s.a.s.)’in çeşitli yönlerini dikkate alarak yapılan hitaptan sonra Kur’an’ın niçin indirildiğini açıklamak üzere buyruluyor ki:

Tâ-Hâ / 2

Kur’ân-ı Kerîm, Allah’tan korkan; âhiret hesâbından ve azâbından sakınanlara ilâhî hakikatleri hatırlatan, gönülleri uyandırıp akıllara istikâmet veren tesirli bir öğüttür. Yoksa Yüce Rabbimiz onu, Peygamberimiz’e ve ümmetine meşakkat çektirmek, onları zahmete koşup netice itibariyle bedbaht kılmak için indirmemiştir. Aksine onlara, maddi ve mânevî güçlerine, sahip oldukları istidat ve kabiliyetlerine uygun olarak belli sorumluluklar yükleyip neticede onları ebedî saadete eriştirmek için büyük bir rahmet tecellisi olarak lutfetmiştir. Okunması, ezberlenmesi, anlaşılması ve yaşanması ümmet-i Muhammed’e kolay gelsin diye de onu tedrîcî olarak, yavaş yavaş, peyderpey indirmiştir. Eğer Kur’ân-ı Kerîm yekpâre bir bütün halinde inseydi, onu lâfız, mâna ve muhtevâsıyla yüklenip taşımaya değil bir insanın, dağların bile takati yetmezdi.

Âyet-i kerîmelerin iniş sebebiyle ilgili olarak rivayet edilen şu ibretli hâdiseler, bu hakîkatin daha iyi anlaşılmasını sağlar:

› Kur’ân-ı Kerîm’in inmeye başlamasıyla birlikte Resûl-i Ekrem (s.a.s.) ashâbıyla birlikte kalkıp gece namazı kılmaya başladılar. Efendimiz’in uzun uzun ibâdet ettiğini, ibâdet ederken adeta kendini yorduğunu gören Kureyş müşrikleri: “Bak, atalarının ve bizim dinimizi terk etmekle nasıl sıkıntıya düşüyorsun, ne kadar bedbaht oluyorsun!” dediler. Peygamberimiz (s.a.s.) de: “Hayır, aksine ben, âlemlere rahmet olarak gönderildim” buyurdu. Onların: “Hayır tam tersine sen elbette bedbahtsın” demeleri üzerine Allah Tealâ bu âyet-i kerîmeyi indirdi. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 312; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XXII, 4)

› Resûlullah (s.a.s.)’e: “Ey örtünüp bürünen Rasûlüm! Geceleyin kalk, az bir kısmı dışında geceyi ibâdetle geçir!” (Müzzemmil 73/1-2) âyet-i kerîmeleri nâzil olunca geceleri kalkıp namaz kılmaya başladı. O kadar çok kıyamda duruyordu ki ayakları şiştiğinden bir sağ ayağı üzerinde durup sol ayağını, bir sol ayağı üzerinde durup sağ ayağını dinlendirmek zorunda kalıyordu. İşte bunun üzerine “Tâ.Hâ. Biz bu Kur’an’ı sana güçlük çekip bedbaht olasın diye indirmedik....” âyet-i kerîmeleri nâzil oldu. (Âlûsî, Rûhu’l-me‘ânî, XVI,148)

Habîb-i Ekrem (s.a.s.)’in âşıklarından İmam Bûsirî diyor ki:

“Ben, ayakları şişinceye kadar namaz kılarak, gecelerini ibâdetle ihyâ eden Resûlullah (s.a.s.)’in sünnetine tâbî olamadım, kendime zulmettim.”

› Resûlullah (s.a.s.) ve ashâbı geceyi ihyâ ederken uzun süre namaz kıldıklarından ötürü göğüslerine ip bağlıyorlardı. Daha son­ra bu ve “Artık Kur’an’dan kolayınıza gelen miktarı okuyun” (Müzzemmil 73/20) gibi âyet-i kerîmeler nâzil olarak bu ibâdet onlara tahfif edildi. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XVI, 172)

Kur’ân-ı Kerîm’in en önemli hedefi ise zat, isim ve sıfatlaryla Yüce Allah’ı tanıtmak ve mü’minlerde yüksek bir mârifetullah bilgi ve şuurunu oluşturmaktır:

Tâ-Hâ / 5

Gökleri, yeri ve bunlarda bulunan her şeyle birlikte bütün kâinatı yaratan, tanzîm eden ve onu idâre eden Allah Teâlâ’dır. Kâinat insanın hizmetine âmâde kılınmış olup, bu, yaratanın kullarına en büyük rahmet tecellisidir. Bu sebeple “Rahmân” ismini kullanmayı tercih etmiştir. Allah Teâlâ, her türlü benzetmeden temiz ve uzak olmakla birlikte, bir padişahın tahta çıkıp ülkesini idâre etmesi gibi, arşa istivâ buyurup kâinatı her an idâre ve kontrol etmektedir. Bu ona asla güç gelmemekte, herhangi bir yorgunlukta vermemektedir. Bu sebeple, Tevrat’ta ifade edildiği üzere Allah’ın kâinatı altı günde yaratıp yedinci günde istirahat ettiği düşüncesi İslâm’a göre tamâmen yanlıştır. Allah Teâlâ, yorgunluk ve yorulmak gibi noksan sıfatlardan çok yücedir.

6. âyette özellikle “nemli toprağın altında” bulunanlara dikkat çekilir. Toprağın altı, özellikle nemli toprağın altı, yerin üstünden geri kalmayacak bir zenginlikle hayatın kaynağı olan mükemmel bir ortamdır. Bebekler için anne rahmi ne ise, bitkiler ve çeşitli canlılar için toprak altı da odur. Hatta kışın çetin şartları altında, yer üzerinde herhangi bir hayat belirtisi görülmezken, kar tabakası altında donmaktan korunmuş ve nemli kalması temin edilmiş olan toprakta, gözle görünen ve görülmeyen çeşitli canlı türleri ile hayat yine devam eder. Bu hummalı faaliyetler sayesindedir ki, bahar geldiğinde yeryüzü dirilir ve tekrar eski canlılığına kavuşur. (bk. Kandemir ve diğerleri, s. 1091)

Böyle bir kâinatı yoktan var eden Allah Teâlâ’nın nihâyetsiz bir kudreti ve sınırsız bir ilmi olması gerekir. Bu sebeple burada O’nun ilmine dikkat çekilir. Allah, gizli ve açık, yüksek ve alçak, görülen ve görülmeyen her şeyi aynı seviyede bildiği gibi, “gizlinin daha gizlisini” de bilir. Bu bakımdan din yolunda düşmanlarınızdan çektiğiniz sıkıntılar karşısında sızlanıp Allah’a sesli olarak şikayette bulunmanıza gerek yoktur. Çünkü O, kalplerinizden geçenler dâhil bütün halinizden haberdardır.

7. âyette yer alan “gizlinin daha gizlisi”nden maksat şunlar olabilir:

“Gizli olan”, insanın kimsenin gör­mediği bir yerde gizlice başkasına söylediği sözlerdir. “Daha gizli olan” ise insanın kendisinden başka hiç kimseye sözünü etmediği, içinde sak­ladığı şeylerdir.

“Gizli olan” kişinin içinden geçirdikleridir. “Ondan da gizli olan” ise, henüz olmamış fakat ileride olacak ve hatırından geçecek olan şeylerdir. İnsan bugün içinden ne geçirdiğini belki bilebilir ancak yarın içinden ne geçireceğini bilemez. Yüce Allah ise hem bugün içimizden geçirip sakladığımızı, hem de yarın içimizden geçirip saklayacağımızı bilir. Yine O bizim –tasavvufî bakış açısıyla- kalbimizde, rûhumuzda, sırrımızda, hafîmizde ve ahfâmızda olup biten her türlü hissiyât ve düşünceleri de bilir. “Allah sînelerde saklanan en gizli duyguları dahi bilir” (Âl-i İmran 3/154) âyeti de buna delâlet eder. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XVI, 174-176)

Nefis, kalpte olup biteni bilemez. Kalp, rûhun esrârına vâkıf olamaz. Rûh da sırrın hakikatlerini bilmek için bir yol bulamaz. Sırdan daha gizli olan ahfâya gelince ona sadece Hak Teâlâ muttali olur. Sırdan daha gizli olanı şeytan ifsat edemez, onu hafaza melekleri de yazamaz. Onu bilmek sadece Cebbâr olan Allah’a aittir. Allah’ın dışındakilerin ondan haberi yoktur. (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, II, 254)

En güzel isimler yalnız O’na aittir. Yani O, en mükemmel isim, sıfat ve hususiyetlere sahiptir, hiçbir noksanı yoktur.[1]

İşte bütün peygamberler, kendilerine vahyedilen ilâhî mesajlar ışığında bu gerçekleri dile getirmiş, bu temel prensiplere dayalı bir inanç sistemi ortaya koymaya çalışmış ve bunu yaparken de işin tabiatı gereği bir takım zorluklara katlanmışlardır. Bunlar içinde dikkat çekici örneklerden biri şüphesiz Hz. Mûsâ’nın ibret, hikmet ve öğütlerle dolu kıssasıdır:

[1] En güzel isimlerin Allah’a ait olmasıyla ilgili yeterli miktarda izah için A‘râf 7/180. âyetin tefsirine bakılabilir. Burada, sâlih bir zâtın hüsn-i hâtimesiyle alakalı bir Hocaefendi’den işittiğim ibretli bir hâdiseyi hatırlatmakta fayda var: Aynı zamanda Kur’an hafızı olan o zat, ihlasla Rabbinin kulluğuna devam ediyor, fırsat buldukça gece gündüz Allah Kelâmı’nı okuyor. En son Tâhâ sûresinin 8. âyeti olan اَللّٰهُ لَاۤ اِلٰهَ اِلَّا هُوَ لَهُ الْاَسْمَاۤءُ الْحُسْنٰى “Allah ki, kendisinden başka hiçbir ilâh yoktur. En güzel isimler O’na aittir” sözleri dilinden dökülerek rûhunu Rabbine teslim ediyor.

Tâ-Hâ / 6

Gökleri, yeri ve bunlarda bulunan her şeyle birlikte bütün kâinatı yaratan, tanzîm eden ve onu idâre eden Allah Teâlâ’dır. Kâinat insanın hizmetine âmâde kılınmış olup, bu, yaratanın kullarına en büyük rahmet tecellisidir. Bu sebeple “Rahmân” ismini kullanmayı tercih etmiştir. Allah Teâlâ, her türlü benzetmeden temiz ve uzak olmakla birlikte, bir padişahın tahta çıkıp ülkesini idâre etmesi gibi, arşa istivâ buyurup kâinatı her an idâre ve kontrol etmektedir. Bu ona asla güç gelmemekte, herhangi bir yorgunlukta vermemektedir. Bu sebeple, Tevrat’ta ifade edildiği üzere Allah’ın kâinatı altı günde yaratıp yedinci günde istirahat ettiği düşüncesi İslâm’a göre tamâmen yanlıştır. Allah Teâlâ, yorgunluk ve yorulmak gibi noksan sıfatlardan çok yücedir.

6. âyette özellikle “nemli toprağın altında” bulunanlara dikkat çekilir. Toprağın altı, özellikle nemli toprağın altı, yerin üstünden geri kalmayacak bir zenginlikle hayatın kaynağı olan mükemmel bir ortamdır. Bebekler için anne rahmi ne ise, bitkiler ve çeşitli canlılar için toprak altı da odur. Hatta kışın çetin şartları altında, yer üzerinde herhangi bir hayat belirtisi görülmezken, kar tabakası altında donmaktan korunmuş ve nemli kalması temin edilmiş olan toprakta, gözle görünen ve görülmeyen çeşitli canlı türleri ile hayat yine devam eder. Bu hummalı faaliyetler sayesindedir ki, bahar geldiğinde yeryüzü dirilir ve tekrar eski canlılığına kavuşur. (bk. Kandemir ve diğerleri, s. 1091)

Böyle bir kâinatı yoktan var eden Allah Teâlâ’nın nihâyetsiz bir kudreti ve sınırsız bir ilmi olması gerekir. Bu sebeple burada O’nun ilmine dikkat çekilir. Allah, gizli ve açık, yüksek ve alçak, görülen ve görülmeyen her şeyi aynı seviyede bildiği gibi, “gizlinin daha gizlisini” de bilir. Bu bakımdan din yolunda düşmanlarınızdan çektiğiniz sıkıntılar karşısında sızlanıp Allah’a sesli olarak şikayette bulunmanıza gerek yoktur. Çünkü O, kalplerinizden geçenler dâhil bütün halinizden haberdardır.

7. âyette yer alan “gizlinin daha gizlisi”nden maksat şunlar olabilir:

“Gizli olan”, insanın kimsenin gör­mediği bir yerde gizlice başkasına söylediği sözlerdir. “Daha gizli olan” ise insanın kendisinden başka hiç kimseye sözünü etmediği, içinde sak­ladığı şeylerdir.

“Gizli olan” kişinin içinden geçirdikleridir. “Ondan da gizli olan” ise, henüz olmamış fakat ileride olacak ve hatırından geçecek olan şeylerdir. İnsan bugün içinden ne geçirdiğini belki bilebilir ancak yarın içinden ne geçireceğini bilemez. Yüce Allah ise hem bugün içimizden geçirip sakladığımızı, hem de yarın içimizden geçirip saklayacağımızı bilir. Yine O bizim –tasavvufî bakış açısıyla- kalbimizde, rûhumuzda, sırrımızda, hafîmizde ve ahfâmızda olup biten her türlü hissiyât ve düşünceleri de bilir. “Allah sînelerde saklanan en gizli duyguları dahi bilir” (Âl-i İmran 3/154) âyeti de buna delâlet eder. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XVI, 174-176)

Nefis, kalpte olup biteni bilemez. Kalp, rûhun esrârına vâkıf olamaz. Rûh da sırrın hakikatlerini bilmek için bir yol bulamaz. Sırdan daha gizli olan ahfâya gelince ona sadece Hak Teâlâ muttali olur. Sırdan daha gizli olanı şeytan ifsat edemez, onu hafaza melekleri de yazamaz. Onu bilmek sadece Cebbâr olan Allah’a aittir. Allah’ın dışındakilerin ondan haberi yoktur. (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, II, 254)

En güzel isimler yalnız O’na aittir. Yani O, en mükemmel isim, sıfat ve hususiyetlere sahiptir, hiçbir noksanı yoktur.[1]

İşte bütün peygamberler, kendilerine vahyedilen ilâhî mesajlar ışığında bu gerçekleri dile getirmiş, bu temel prensiplere dayalı bir inanç sistemi ortaya koymaya çalışmış ve bunu yaparken de işin tabiatı gereği bir takım zorluklara katlanmışlardır. Bunlar içinde dikkat çekici örneklerden biri şüphesiz Hz. Mûsâ’nın ibret, hikmet ve öğütlerle dolu kıssasıdır:

[1] En güzel isimlerin Allah’a ait olmasıyla ilgili yeterli miktarda izah için A‘râf 7/180. âyetin tefsirine bakılabilir. Burada, sâlih bir zâtın hüsn-i hâtimesiyle alakalı bir Hocaefendi’den işittiğim ibretli bir hâdiseyi hatırlatmakta fayda var: Aynı zamanda Kur’an hafızı olan o zat, ihlasla Rabbinin kulluğuna devam ediyor, fırsat buldukça gece gündüz Allah Kelâmı’nı okuyor. En son Tâhâ sûresinin 8. âyeti olan اَللّٰهُ لَاۤ اِلٰهَ اِلَّا هُوَ لَهُ الْاَسْمَاۤءُ الْحُسْنٰى “Allah ki, kendisinden başka hiçbir ilâh yoktur. En güzel isimler O’na aittir” sözleri dilinden dökülerek rûhunu Rabbine teslim ediyor.

Tâ-Hâ / 9

Hz. Mûsâ Medyen’den çıkıp ailesiyle birlikte annesinin ve kardeşi Hârûn’un bulunduğu Mısır’a gidiyordu. Mevsim kıştı. Tûr dağının yanında bulunan Tuvâ vâdisine varınca soğuk ve karanlık bir gecede oğlu dünyaya geldi. Geceleyin yolunu şaşırmış ve davarları dağılmıştı. Hz. Mûsâ’nın çok gayyûr[1] bir insan olduğu, bu sebeple hanımını kimse görmesin diye geceleyin insanlarla birlikte, gündüzün yalnız seyahat ettiği ve bu yüzden yolunu şaşırdığı söylenir. Mûsâ (a.s.) yeni doğmuş bebeğini ve hasta olan hanımını ısıtabilmek için ateş yakmak istedi. Çakmağını çaktı, fakat ateş çıkmadı. Bir taraftan ateş yakmaya, bir taraftan da yolunu bulmaya çalışırken Tur dağı tarafında bir ateş gözüne ilişti ve bunu çobanların ateşi zannetti. Ailesine bekleyip peşinden gelmemelerini söyledi. Ateş yakmak için bir kor getirmek veya Mısır’a giden yolu tarif edecek birini bulmak maksadıyla o tarafa gitti.

Cenâb-ı Hakk’ın Mûsâ (a.s.)’a vahyini bildirmek için önce ona ateş sûretinde bir tecellîde bulunmasının hikmeti, o an Hz. Mûsâ’nın en çok muhtaç olduğu nesnenin ateş olması ve onu bulabilmek için büyük bir arayışa girmesidir. Dolayısıyla mecazi olarak ateş suretinde tecelli etmekle Mûsâ’nın oraya bütün himmetiyle yönelmesini sağlamıştır. Eğer başka bir sûrette tecelli etseydi, o zaman Mûsâ’nın dikkati esas istediği şeyin üzerinde toplandığı için ona gereken ilgiyi göstermeyebilir ve istenen netice hâsıl olmayabilirdi. Bu sebeple kul, bütün himmetini Hakk’a kulluk ve O’na yönelme istikâmetinde teksif etmeli, Rabbinden de o istikâmette tecellilerde bulunmasını talep etmelidir.

Aradığını bulma arzu ve iştiyakıyla ateşin yanına koşan Mûsâ (a.s.) bakalım orada hangi süprizlerle karşılaştı:

[1] Gayyûr: İffet ve namusuna son derece düşkün, eşini kem gözlerden son derece kıskanan.

Tâ-Hâ / 10

Hz. Mûsâ Medyen’den çıkıp ailesiyle birlikte annesinin ve kardeşi Hârûn’un bulunduğu Mısır’a gidiyordu. Mevsim kıştı. Tûr dağının yanında bulunan Tuvâ vâdisine varınca soğuk ve karanlık bir gecede oğlu dünyaya geldi. Geceleyin yolunu şaşırmış ve davarları dağılmıştı. Hz. Mûsâ’nın çok gayyûr[1] bir insan olduğu, bu sebeple hanımını kimse görmesin diye geceleyin insanlarla birlikte, gündüzün yalnız seyahat ettiği ve bu yüzden yolunu şaşırdığı söylenir. Mûsâ (a.s.) yeni doğmuş bebeğini ve hasta olan hanımını ısıtabilmek için ateş yakmak istedi. Çakmağını çaktı, fakat ateş çıkmadı. Bir taraftan ateş yakmaya, bir taraftan da yolunu bulmaya çalışırken Tur dağı tarafında bir ateş gözüne ilişti ve bunu çobanların ateşi zannetti. Ailesine bekleyip peşinden gelmemelerini söyledi. Ateş yakmak için bir kor getirmek veya Mısır’a giden yolu tarif edecek birini bulmak maksadıyla o tarafa gitti.

Cenâb-ı Hakk’ın Mûsâ (a.s.)’a vahyini bildirmek için önce ona ateş sûretinde bir tecellîde bulunmasının hikmeti, o an Hz. Mûsâ’nın en çok muhtaç olduğu nesnenin ateş olması ve onu bulabilmek için büyük bir arayışa girmesidir. Dolayısıyla mecazi olarak ateş suretinde tecelli etmekle Mûsâ’nın oraya bütün himmetiyle yönelmesini sağlamıştır. Eğer başka bir sûrette tecelli etseydi, o zaman Mûsâ’nın dikkati esas istediği şeyin üzerinde toplandığı için ona gereken ilgiyi göstermeyebilir ve istenen netice hâsıl olmayabilirdi. Bu sebeple kul, bütün himmetini Hakk’a kulluk ve O’na yönelme istikâmetinde teksif etmeli, Rabbinden de o istikâmette tecellilerde bulunmasını talep etmelidir.

Aradığını bulma arzu ve iştiyakıyla ateşin yanına koşan Mûsâ (a.s.) bakalım orada hangi süprizlerle karşılaştı:

[1] Gayyûr: İffet ve namusuna son derece düşkün, eşini kem gözlerden son derece kıskanan.

Tâ-Hâ / 11

Hz. Mûsâ’dan ayakkabılarını çıkarmasını istenmesinin hikmeti neydi? Bununla ilgili yapılan şu işârî izahlar meseleyi az da olsa kavramamıza yardımcı olmaktadır:

“İki ayakkabı, dünya ve âhireti temsîl etmektedir. O halde kalbini dünya ve âhiretle ilgili meşgûliyetlerden boşalt! Hak için her şeyden ayrılıp sıyrıl ve Allah’ın mârifet ve müşâhedesinde fânî olmaya bak!..” (Kuşeyrî, Letâifü’l-İşârât, II, 255)

İnsan idrâk ve anlayışının sınırları bellidir. Bu sınırlı anlama kapasitesiyle sonsuz olan ilâhî azamet ve esrârı lâyıkıyla kavrayabilmek mümkün değildir. Bunun için aklın nihâî vazîfesi teslîmiyettir. Mevlânâ (k.s.), aklın sınırını şu örnekle açıklar:

“Hasta olan bir kimse, akılla ancak doktora kadar gider. Doktorun kapısında aklın vazîfesi biter ve bundan sonra ona doktorun tavsiyelerine teslîmiyet düşer. Nitekim mârifetullâha nâil olabilmek de, teslîmiyetin büyüklüğü nisbetindedir.”

Diğer bir açıdan “iki ayakkabını çıkar” emri şu mânaya gelir:

“Sen çamurdan getirdiğin tabîat ve nefsten sıyrıl! Nefsini ve ona bağlı şeyleri düşünmeyi bırak; gel! Delîlin tefekküründen vazgeç! Çünkü müşahededen yani yâni gözle ayan beyan gördükten sonra bunların faydası yoktur!”

Allah Teâlâ, Hz. Mûsâ’ya mukaddes Tuvâ vâdîsinde “Ayakkabılarını çıkar!” diye emretti. Çünkü, orası Hak Teâlâ’nın huzûru, yaygısıydı ve oraya ayakkabıyla basılması uygun değildi. Ayrıca orada yalınayak yürümek, tevâzû ve edeb yönünden en münâsip olanıydı. Bu sebepledir ki, ümmet-i Muhammed’in seçkinlerinden Bişr-i Hafî ve benzeri kişiler, yalınayak yürümüşlerdir. Selef-i sâlihîn[1] de, Kâbe’yi yalınayak tavâf ederlerdi.

Diğer taraftan mukaddes mekânda ayakkabıların çıkarılması emri, Mûsâ (a.s.)’ın ayaklarının, yerin bereketinden istifade edip, şerefyâb olması içindi. Ancak ne ibretlidir ki, Resûlullah (s.a.s.)’e Mîrâc gecesi: “Ey Habîbim! Sen arş yaygısı üzerinde ayakkabılarınla yürü ki, Arş senin ayakkabılarının tozuyla şereflensin ve arşın nûru sana kavuşma nimetine nâil olsun!” denildiği rivayet edilmektedir. (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, V, 441)

Ayakkabıların çıkarılıp ilâhî huzura kabul gerçekleştikten sonra Hz. Mûsâ’ya tebliğ edeceği dinin temel esaslarını teşkil edecek emirler gelmeye başlıyor:

[1] Selef-i sâlihîn: Sahâbe-i kiramdan sonra ahlâk ve yaşayışları itibariyle onların yolunu tutan, Kur’an ve sünnet ölçüleri içinde yaşamaya özen gösteren tabiîn ve tebe-i tabiîn gibi önceki salih şahsiyetler.

Tâ-Hâ / 12

Hz. Mûsâ’dan ayakkabılarını çıkarmasını istenmesinin hikmeti neydi? Bununla ilgili yapılan şu işârî izahlar meseleyi az da olsa kavramamıza yardımcı olmaktadır:

“İki ayakkabı, dünya ve âhireti temsîl etmektedir. O halde kalbini dünya ve âhiretle ilgili meşgûliyetlerden boşalt! Hak için her şeyden ayrılıp sıyrıl ve Allah’ın mârifet ve müşâhedesinde fânî olmaya bak!..” (Kuşeyrî, Letâifü’l-İşârât, II, 255)

İnsan idrâk ve anlayışının sınırları bellidir. Bu sınırlı anlama kapasitesiyle sonsuz olan ilâhî azamet ve esrârı lâyıkıyla kavrayabilmek mümkün değildir. Bunun için aklın nihâî vazîfesi teslîmiyettir. Mevlânâ (k.s.), aklın sınırını şu örnekle açıklar:

“Hasta olan bir kimse, akılla ancak doktora kadar gider. Doktorun kapısında aklın vazîfesi biter ve bundan sonra ona doktorun tavsiyelerine teslîmiyet düşer. Nitekim mârifetullâha nâil olabilmek de, teslîmiyetin büyüklüğü nisbetindedir.”

Diğer bir açıdan “iki ayakkabını çıkar” emri şu mânaya gelir:

“Sen çamurdan getirdiğin tabîat ve nefsten sıyrıl! Nefsini ve ona bağlı şeyleri düşünmeyi bırak; gel! Delîlin tefekküründen vazgeç! Çünkü müşahededen yani yâni gözle ayan beyan gördükten sonra bunların faydası yoktur!”

Allah Teâlâ, Hz. Mûsâ’ya mukaddes Tuvâ vâdîsinde “Ayakkabılarını çıkar!” diye emretti. Çünkü, orası Hak Teâlâ’nın huzûru, yaygısıydı ve oraya ayakkabıyla basılması uygun değildi. Ayrıca orada yalınayak yürümek, tevâzû ve edeb yönünden en münâsip olanıydı. Bu sebepledir ki, ümmet-i Muhammed’in seçkinlerinden Bişr-i Hafî ve benzeri kişiler, yalınayak yürümüşlerdir. Selef-i sâlihîn[1] de, Kâbe’yi yalınayak tavâf ederlerdi.

Diğer taraftan mukaddes mekânda ayakkabıların çıkarılması emri, Mûsâ (a.s.)’ın ayaklarının, yerin bereketinden istifade edip, şerefyâb olması içindi. Ancak ne ibretlidir ki, Resûlullah (s.a.s.)’e Mîrâc gecesi: “Ey Habîbim! Sen arş yaygısı üzerinde ayakkabılarınla yürü ki, Arş senin ayakkabılarının tozuyla şereflensin ve arşın nûru sana kavuşma nimetine nâil olsun!” denildiği rivayet edilmektedir. (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, V, 441)

Ayakkabıların çıkarılıp ilâhî huzura kabul gerçekleştikten sonra Hz. Mûsâ’ya tebliğ edeceği dinin temel esaslarını teşkil edecek emirler gelmeye başlıyor:

[1] Selef-i sâlihîn: Sahâbe-i kiramdan sonra ahlâk ve yaşayışları itibariyle onların yolunu tutan, Kur’an ve sünnet ölçüleri içinde yaşamaya özen gösteren tabiîn ve tebe-i tabiîn gibi önceki salih şahsiyetler.

Tâ-Hâ / 13

Mukaddes Tuvâ vâdisinde ateş halinde yanmakta olan ağacın arkasından gelen ilâhî vahiyle Hz. Mûsâ’ya verilen ve can kulağıyla dinlemesi istenilen ilk tâlimatlar şunlardır:

› Allah’tan başka ilâh yoktur.

› Öyleyse yalnız O’na kulluk yapılacaktır.

› Kulluk için yapılacak ibâdetlerin başta geleni namazdır.

Allah’ı kâmil mânada zikretmek için namaza ehemmiyet vererek devam şarttır. Çünkü namazda hem dil, hem kalp hem de bütün azalar Allah’ı zikirle meşgul durumdadır. Bu gerçek âyet-i kerîmede şöyle beyân edilir:

“Rasûlüm! Sana kitaptan ne vahyediliyorsa onu okuyup başkalarına da anlat. Namazı da dosdoğru kıl! Çünkü bütün şartlarına riâyet edilerek hakkiyle kılınan namaz, insanı her türlü hayasızlıktan, dînin ve aklın kabul etmediği şeylerden alıkoyar. Allah’ı zikretmek ise en büyük ibâdettir. Allah, bütün yaptıklarınızı bilir.” (Ankebût 29/45)

› Dünyada Allah’a kulluk imtihanından geçmenin çok mühim bir sebebi vardır. O da kıyâmettir. Kıyâmet mutlaka kopacak ve herkes iyi ya da kötü yaptığının karşılığını muhakkak görecektir. İmtihanın sırrı olarak Allah Teâlâ, hem fert olarak insanların ölüm vakitlerini, hem de kâinatın ölümü demek olan kıyâmet vaktini gizli tutmuştur. Bunların vakti bilinseydi belki sır bozulabilir, şifre çözülebilirdi.

› Sevabıyla ve azabıyla âhiret hayatını bir an bile hatırdan çıkarmamak lâzımdır. Ona imandan uzaklaştıracak imansızlarla ve nefsânî arzularının zebûnu olmuş bedbahtlarla münâsebetlere dikkat edilmelidir. Bu husustaki en küçük ihmal insanın helak olması gibi feci bir âkıbete sebep teşkil edebilir.

Yüce Allah, “Kur’an okunduğu zaman hemen dikkat kesilerek ona kulak verin, susup dinleyin ki rahmete eresiniz” (A‘râf 7/204) emriyle gönderdiği âyetleri kullarının dinlemesini istemekte, onları güzelce dinleyip gereğince amel edenleri de: “Onlar ki sözü can kulağıyla dinlerler ve onun en güzel tarafını, sevabı en çok olanını tatbik ederler” (Zümer 39/18) diye methetmektedir. Çünkü ancak bu yolla yüce Allah’tan gelen buyrukları anlama ve uygulama lütfuna erişilir.

Sözü güzelce dinleyebilmek için kişinin azalarının hareketsiz durması, gözünün sağa sola bakmaması, söylenene kulak vermesi, dikkatini toplaması ve gereğince amel etme­ye karar vermesi şarttır. İşte Yüce Allah’ın sevdiği ve râzı olduğu dinleyiş ancak böyle gerçekleşir. Şunu bilmek gerekir ki; ilmin başı dinlemek, sonra anlamak, sonra bel­lemek, sonra amel etmek, sonra da onu tebliğ ve neşretmektir. Kul Allah Teâlâ’nın kita­bına, Peygamberi’nin sünnetine, Allah’ın sevdiği üzere samimi bir niyet ile ku­lak verip dinleyecek olursa, Allah da sevdiği şekilde ona duyduklarını kav­ratır ve kalbinde ona bir nur verir.

Derin bir tefekkür nazarıyla bakıldığında Mûsâ (a.s.)’a yapılan bu ilk tâlimatlarda şöyle dakîk bir işârî mâna bulunduğu sezilir:

Tasavvuf, “mârifetullâh” ilmidir. Kulun mârifetullâha ermesinin iki mühim adımı vardır. Birincisi, Allah’ın dışındaki tüm varlıklardan kalben irtibat ve alâkayı kesme, yani “fenâ fillâh” makâmıdır. İkincisi de, Allah ile bâkî olma yani “bekâ billâh” makâmıdır. Fenâ, bekâdan önce gelir. Zira üzeri yazılı bir levhaya, bir şeyler yazmak isteyen kişi, ancak önceki yazıları sildiği takdirde bunu yapabilir. Ancak o levhayı sildikten sonra, ikinciyi yazabilir. İşte Allah Teâlâ, Hz. Mûsâ’ya verdiği tâlimatlarda bu güzel sırayı göstermiştir. Önce ayakkabılarını çıkarmasını emretmiştir ki yukarıda da izah edilmeye çalışıldığı üzere bu, gönlü, Allah’ın dışında olan her şeyden, her şeyin sevgisinden temizlemeye işarettir. Hak Teâlâ daha sonra Mûsâ (a.s.)’a yapması gereken hususları emretmiştir ki bunların esası da şu üç şeye dayanır:

› Mebde ilmi yani başlangıçta ilk olarak bilinmesi gereken ilim: Bu ilim, Allah Teâlâ’yı tanımaktır. “Şüphesiz ben Allahım. Benden başka ilâh yoktur. (Tâhâ 20/14) bunu bildirir.

› Vasat ilmi yani ikinci olarak bilinmesi gereken ilim: Bu kulluk ilmi demek olup, insanın dünya hayatında yapması gereken işlerle alakalıdır. “Öyleyse yalnız bana kulluk et, beni anmak için de namaz kıl!” (Tâhâ 20/14) bunu anlatır. Ayrıca burada “Bana kulluk et” kısmı maddî-bedenî amellere, “beni anmak için” kısmı ise ruhânî amellere bir işarettir. Kulluğun başlangıcı bedenî ameller, sonu da ruhânî amellerdir.

› Me‘âd ilmi yani âhiret ve âhiret halleriyle ilgili bilinmesi gereken ilim. Bu ilim ise “Kıyâmet mutlaka kopacaktır” (Tâhâ 20/15) beyânıyla haber verilir.

Yüce Allah, emirlerine, “Şüphesiz senin Rabbin benim” (Tâhâ 20/12) beyânıyla “lütfunu” ifade ederek başlamış; tâlimatlarının sonunda da: “O halde kıyâmete inanmayan ve nefsânî arzularının peşinden gidenler, ona inanmaktan ve onunla ilgili gerçekleri anlatmaktan sakın seni alıkoymasın! Yoksa helâk olursun!” (Tâhâ 20/16) buyruğuyla “kahrını”ni göstermiştir. Rabbimiz bununla, rahmetinin gazab ve kahrının önüne geçtiğine dikkat çekmekte ve kulun, kulluğu esnasında mutlaka havf ve recâ, korkuyla ümit arasında olması gerektiğine işaret etmektedir. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XXII, 21)

Bu ilk tâlimat ve öğütlerin ardından Yüce Allah Mûsâ (a.s.)’ı ruhen yatıştırıp peygamberliğe hazırlamak üzere onunla konuşmaya başladı:

Tâ-Hâ / 17

Her şeyi bilen Allah Teâlâ, şüphesiz ki Mûsâ (a.s.)’ın elindekinin ne olduğunu öğrenmek için değil, ilâhî hitâbın dehşetiyle kendinden geçen Mûsâ’nın dikkatini elindeki asa üzerinde toparlayabilmesi için böyle sual buyurmuştur. Bir de onu asada ortaya çıkacak mûcizeyi tahammüle hazırlamak istemiştir. Eğer Cenâb-ı Hak onu, kendisini saran ilâhî heybetin tesiri altında bırakıverseydi, Mûsâ (a.s.)’ın kendi gayretiyle aklının başına gelmesi ve yapması gereken işlere güç yetirmesi bir daha mümkün olmayabilirdi.

Abdülkâdir Geylânî (k.s.), bu âyetleri şu şekilde açıklar:

“Âyetlerde beyân olunan hâdiselerin maksadı, Mûsâ (a.s.)’ı Allah’ın kudretine muttalî kılmaktı. Tâ ki, Firavun’un saltanatı, O’nun gözünde büyük ve kudretli görünmesin! Diğer bir ilâhî gâye de, Firavun ve kavmiyle mücâdeleyi Mûsâ’ya öğretmekti. Böylece Allah, O’nu Firavun ve ahâlîsiyle savaşmaya hazırladı ve Mûsâ’yı hârikulâde şeylere muttalî kıldı. Zira önceleri o çekingen idi. Sonra Allah, onun kalbini genişletti. Kendisine hüküm, peygamberlik ve ilim verdi.”

Hz. Mûsâ’nın asâsını yere atmasının, onun iç dünyasına âit bir irşad mâhiyetinde olduğu da anlaşılmaktadır. Şöyle ki:

Mûsâ (a.s.), “Şu sağ elindeki de ne ey Mûsâ?” (Tâhâ 20/17) suâline cevâben “O benim asamdır” (Tâhâ 20/18) diyerek onu kendine izâfe edince, yâni fânî bağlılıkları zikredince, Allah Teâlâ bunların atılmasını, bırakılıp terkedilmesini emretti. Nefs ve nefse ait olan kötü vasıflar, koca bir yılan hâlinde temessül etti. Böylece Mûsâ’ya nefsin hakîkati gösterildi. O ise korktu, ürktü ve ondan kaçtı. Bütün bunlarla ona bir bakıma şöyle denilmiş oldu:

“Ey Mûsâ! İşte bu yılan, Allah’tan başka şeylere bağlılık vasfının ta kendisidir. Bu nefsânî vasıf, şekillenmiş bir sûrette sahibine gösterilince, ondan ürker ve kaçar.”

“Asânı yere at!” (Tâhâ 20/19) emrinin diğer bir işârî mânası da şudur:

“Artık sen tevhîd sıfatı ile sıfatlanmışsın. Senin bir asâya dayanıp güvenmen, senin için kendisine dayanacağın ve kendisinden yardım dileyeceğin fânî bir varlığın olması, nasıl doğru ve yerinde olabilir? Nasıl olur da sen, o asâ ile şöyle yapıyorum, ondan istifade ediyorum ve onda benim için başka faydalar da var diyorsun? Tevhîd yolunda ilk adım, sebepleri terktir. Yâni mutlak tevekkül ve teslîmiyettir. O halde her türlü talep ve istekten vazgeç!” (Kuşeyrî, Letâifü’l-İşârât, II, 256-257)

Nitekim Hz. İbrâhim, melekler dâhil bütün fânîlerin yardımından müstağnî kalarak izâfetlerden sıyrılmıştı. Bu şekilde, yalnız Hakk’a tevekkül ve teslîmiyet okyanusuna dalması ile ona ateş, serin ve selâmet olmuştu. Bu sebeple:

“Hakk’ın nidâsını işiten ve O’nun cemâlinin nûrunu gören kişi, Allah’tan başka dayandığı her şeyi bırakır. Allah’ın fazl u kereminden başka bir şeye dayanmaz. Nefsin arzularından sıyrılır” denilmiştir.[1]

Hz. Mûsâ’nın ayağında ayakkabısı, elinde asası vardı. Ayak kaçmanın, el ise istemenin aletidir. Bu sebeple Cenâb-ı Hak, Hz. Mûsâ’nın kaçmamasına bir işaret olsun diye önce, “Ayakkabılarını çıkar” buyurmuş; sonra da “istemeyi bırakması”na işaret olsun diye, “Ey Mûsâ asanı yere bırak” buyurmuştur. Buna göre sanki Hak Teâlâ: “Sen, kaçma ve isteme makamında olduğun müddetçe, nefsinle meşgul olmuş, kendin için pay aramış olursun. O zaman da mârifetullâha uygun olacak şekilde, hâlis, saf ve sırf benim için olamazsın. Bu bakımdan, kulluğunun sadece bana ait olması için, kaçışı ve isteyişi bırakman gerekir” buyurmuş olmaktadır. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XXII, 24)

Allah Teâlâ Mûsâ (a.s.)’a hâriçte âfâkî bir mûcize olan asa mûcizesini gösterdikten sonra ikinci bir mûcize olarak da bizzat kendi üzerinde cereyan eden enfüsî bir mûcize göstermek istedi. Bu sebeple şöyle buyurdu:

[1] Allah Resûlü (s.a.s.)’in ümmetinin âlimlerini tekrîm ve taltif için buyurduğu:“Ümmetimin âlimleri, İsrâiloğularıl peygamberleri gibidir!” (Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, II, 64/1744) hadis-i şerifiyle alakalı olarak Şeyh Ebu’l-Hasen Şâzelî, sâdık bir rüyâsını şöyle nakleder: Bir tahtın üzerine Resûlullah (s.a.s.) oturmuş, diğer bütün peygamberler de etrafına dizilmişlerdi. Onların etrafında da sâlih âlimler vardı. Ben de durup onlara bakmaya ve sözlerini dinlemeye başladım. Bir ara Hz. Mûsâ, Efendimiz (s.a.s.)’e hitâben şöyle bir suâl sordu:

“–Ey Allah’ın Rasûlü! ‘Ümmetimin âlimleri, İsrâiloğulları peygamberleri gibidir! buyurmuştunuz. Şimdi bana onlardan birini gösterir misiniz?” Bunun üzerine Nebiyy-i Ekrem (s.a.s.):

“–İşte bu!” diyerek İmâm Gazâlî’yi gösterdi. Mûsâ (a.s.) da Gazâlî’ye bir suâl sordu. Gazâlî, bu suâle on tane cevap verdi. Mûsâ (a.s.), cevâbın suâle uygun olmadığını, suâlin bir tane olduğu hâlde cevâbın on tane olduğunu söyleyerek îtirazda bulundu. O zaman Gazâlî şöyle dedi:

“–Bu îtiraz sizin için de vâriddir. Çünkü Allah Teâlâ da Siz’e, «Şu sağ elindeki de ne ey Mûsâ?» diye sormuştu. Bu suâlin cevâbının Sadece «O benim asâmdır!» olması gerekirken, siz de birçok sıfatlar daha saydınız!..”

İmam Şâzelî (k.s) devamla der ki:

“Ben bu sırada Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’in kadrinin büyüklüğünü, onun tahtı üzerinde, diğer peygamberlerin de yerde oturmalarını düşünürken, birisi, ayağı ile bana öyle bir vurdu ki, derhal kendime geldim. Meğer Mescid-i Aksâ’nın kandillerini yakmakta olan kayyım imiş. Bana:

«–Hayret etme! Her şey Hz. Muhammed Mustafâ’nın nûrundan yaratıldı» dedi. Bunu duyunca düşüp bayıldım. Ancak cemâat namazı kıldıktan sonra ayılabildim. Hemen kayyımı aradım. Fakat bugüne kadar bulamadım.” (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, V, 446)

Tâ-Hâ / 18

Her şeyi bilen Allah Teâlâ, şüphesiz ki Mûsâ (a.s.)’ın elindekinin ne olduğunu öğrenmek için değil, ilâhî hitâbın dehşetiyle kendinden geçen Mûsâ’nın dikkatini elindeki asa üzerinde toparlayabilmesi için böyle sual buyurmuştur. Bir de onu asada ortaya çıkacak mûcizeyi tahammüle hazırlamak istemiştir. Eğer Cenâb-ı Hak onu, kendisini saran ilâhî heybetin tesiri altında bırakıverseydi, Mûsâ (a.s.)’ın kendi gayretiyle aklının başına gelmesi ve yapması gereken işlere güç yetirmesi bir daha mümkün olmayabilirdi.

Abdülkâdir Geylânî (k.s.), bu âyetleri şu şekilde açıklar:

“Âyetlerde beyân olunan hâdiselerin maksadı, Mûsâ (a.s.)’ı Allah’ın kudretine muttalî kılmaktı. Tâ ki, Firavun’un saltanatı, O’nun gözünde büyük ve kudretli görünmesin! Diğer bir ilâhî gâye de, Firavun ve kavmiyle mücâdeleyi Mûsâ’ya öğretmekti. Böylece Allah, O’nu Firavun ve ahâlîsiyle savaşmaya hazırladı ve Mûsâ’yı hârikulâde şeylere muttalî kıldı. Zira önceleri o çekingen idi. Sonra Allah, onun kalbini genişletti. Kendisine hüküm, peygamberlik ve ilim verdi.”

Hz. Mûsâ’nın asâsını yere atmasının, onun iç dünyasına âit bir irşad mâhiyetinde olduğu da anlaşılmaktadır. Şöyle ki:

Mûsâ (a.s.), “Şu sağ elindeki de ne ey Mûsâ?” (Tâhâ 20/17) suâline cevâben “O benim asamdır” (Tâhâ 20/18) diyerek onu kendine izâfe edince, yâni fânî bağlılıkları zikredince, Allah Teâlâ bunların atılmasını, bırakılıp terkedilmesini emretti. Nefs ve nefse ait olan kötü vasıflar, koca bir yılan hâlinde temessül etti. Böylece Mûsâ’ya nefsin hakîkati gösterildi. O ise korktu, ürktü ve ondan kaçtı. Bütün bunlarla ona bir bakıma şöyle denilmiş oldu:

“Ey Mûsâ! İşte bu yılan, Allah’tan başka şeylere bağlılık vasfının ta kendisidir. Bu nefsânî vasıf, şekillenmiş bir sûrette sahibine gösterilince, ondan ürker ve kaçar.”

“Asânı yere at!” (Tâhâ 20/19) emrinin diğer bir işârî mânası da şudur:

“Artık sen tevhîd sıfatı ile sıfatlanmışsın. Senin bir asâya dayanıp güvenmen, senin için kendisine dayanacağın ve kendisinden yardım dileyeceğin fânî bir varlığın olması, nasıl doğru ve yerinde olabilir? Nasıl olur da sen, o asâ ile şöyle yapıyorum, ondan istifade ediyorum ve onda benim için başka faydalar da var diyorsun? Tevhîd yolunda ilk adım, sebepleri terktir. Yâni mutlak tevekkül ve teslîmiyettir. O halde her türlü talep ve istekten vazgeç!” (Kuşeyrî, Letâifü’l-İşârât, II, 256-257)

Nitekim Hz. İbrâhim, melekler dâhil bütün fânîlerin yardımından müstağnî kalarak izâfetlerden sıyrılmıştı. Bu şekilde, yalnız Hakk’a tevekkül ve teslîmiyet okyanusuna dalması ile ona ateş, serin ve selâmet olmuştu. Bu sebeple:

“Hakk’ın nidâsını işiten ve O’nun cemâlinin nûrunu gören kişi, Allah’tan başka dayandığı her şeyi bırakır. Allah’ın fazl u kereminden başka bir şeye dayanmaz. Nefsin arzularından sıyrılır” denilmiştir.[1]

Hz. Mûsâ’nın ayağında ayakkabısı, elinde asası vardı. Ayak kaçmanın, el ise istemenin aletidir. Bu sebeple Cenâb-ı Hak, Hz. Mûsâ’nın kaçmamasına bir işaret olsun diye önce, “Ayakkabılarını çıkar” buyurmuş; sonra da “istemeyi bırakması”na işaret olsun diye, “Ey Mûsâ asanı yere bırak” buyurmuştur. Buna göre sanki Hak Teâlâ: “Sen, kaçma ve isteme makamında olduğun müddetçe, nefsinle meşgul olmuş, kendin için pay aramış olursun. O zaman da mârifetullâha uygun olacak şekilde, hâlis, saf ve sırf benim için olamazsın. Bu bakımdan, kulluğunun sadece bana ait olması için, kaçışı ve isteyişi bırakman gerekir” buyurmuş olmaktadır. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XXII, 24)

Allah Teâlâ Mûsâ (a.s.)’a hâriçte âfâkî bir mûcize olan asa mûcizesini gösterdikten sonra ikinci bir mûcize olarak da bizzat kendi üzerinde cereyan eden enfüsî bir mûcize göstermek istedi. Bu sebeple şöyle buyurdu:

[1] Allah Resûlü (s.a.s.)’in ümmetinin âlimlerini tekrîm ve taltif için buyurduğu:“Ümmetimin âlimleri, İsrâiloğularıl peygamberleri gibidir!” (Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, II, 64/1744) hadis-i şerifiyle alakalı olarak Şeyh Ebu’l-Hasen Şâzelî, sâdık bir rüyâsını şöyle nakleder: Bir tahtın üzerine Resûlullah (s.a.s.) oturmuş, diğer bütün peygamberler de etrafına dizilmişlerdi. Onların etrafında da sâlih âlimler vardı. Ben de durup onlara bakmaya ve sözlerini dinlemeye başladım. Bir ara Hz. Mûsâ, Efendimiz (s.a.s.)’e hitâben şöyle bir suâl sordu:

“–Ey Allah’ın Rasûlü! ‘Ümmetimin âlimleri, İsrâiloğulları peygamberleri gibidir! buyurmuştunuz. Şimdi bana onlardan birini gösterir misiniz?” Bunun üzerine Nebiyy-i Ekrem (s.a.s.):

“–İşte bu!” diyerek İmâm Gazâlî’yi gösterdi. Mûsâ (a.s.) da Gazâlî’ye bir suâl sordu. Gazâlî, bu suâle on tane cevap verdi. Mûsâ (a.s.), cevâbın suâle uygun olmadığını, suâlin bir tane olduğu hâlde cevâbın on tane olduğunu söyleyerek îtirazda bulundu. O zaman Gazâlî şöyle dedi:

“–Bu îtiraz sizin için de vâriddir. Çünkü Allah Teâlâ da Siz’e, «Şu sağ elindeki de ne ey Mûsâ?» diye sormuştu. Bu suâlin cevâbının Sadece «O benim asâmdır!» olması gerekirken, siz de birçok sıfatlar daha saydınız!..”

İmam Şâzelî (k.s) devamla der ki:

“Ben bu sırada Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’in kadrinin büyüklüğünü, onun tahtı üzerinde, diğer peygamberlerin de yerde oturmalarını düşünürken, birisi, ayağı ile bana öyle bir vurdu ki, derhal kendime geldim. Meğer Mescid-i Aksâ’nın kandillerini yakmakta olan kayyım imiş. Bana:

«–Hayret etme! Her şey Hz. Muhammed Mustafâ’nın nûrundan yaratıldı» dedi. Bunu duyunca düşüp bayıldım. Ancak cemâat namazı kıldıktan sonra ayılabildim. Hemen kayyımı aradım. Fakat bugüne kadar bulamadım.” (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, V, 446)

Tâ-Hâ / 22

Hz. Mûsâ bu ilâhî emri yerine getirince, eli, her türlü illet ve hastalıklardan sâlim ve parlak bir güneş gibi bembeyaz bir hâle geldi. O, âdeta parıldayan bir projektör gibi olmuştu. Çok şaşırdı. Sonra kendisine: “Elinin böyle parlak olmasından sana ve başkalarına bir korku gelirse, elini tekrar koynuna sok! Böylece yine evvelki şekline gelir!” buyruldu.

Mûsâ (a.s.)’ın elini koynuna koyup bembeyaz olarak çıkarmasında şu işaret vardır:

Bu hal, cömertlik, kerem, sehâvet ve îsârın hakikatini gerçekleştirdikten sonra elden sadır olacak kerâmetlere işarettir. Cömertlik, istenmeden önce bir şeyi vermendir. Kerem ise, senin de muhtaç olduğun şeyi vermendir. Dostluk ancak vermekle gerçekleşir.

Rivayete göre Allah Teâlâ Cebrâil (a.s.)’ı Hz. İbrâhim’e insan sûretinde gönderdi. Cebrâil (a.s.):

“- Ey İbrâhim! Kimseyi ayırmıyor, hem dosta hem de düşmana iyilik ediyorsun” dedi. İbrâhim (a.s.):

“- Ben ihsanı ve vermeyi Rabbimden öğrendim. Rabbimin dostu düşmanı ayırmadan verdiğini gördüm. Bu yüzden verirken ben de kimseyi ayırmam” diye cevap verdi. Bunun üzerine Allah Teâlâ ona: “Ey İbrâhim! Sen benim gerçek dostumsun” buyurdu. (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, V, 449)

Allah Teâlâ, böylece Mûsâ (a.s.)’a iki büyük mûcizeyle birlikte peygamberlik vazîfesini verdi. Dîni tebliğ etmesini istedi. Bunun için de önce Firavun’a gitmesini emretti:

Tâ-Hâ / 24

Allah Teâlâ, Hz. Mûsâ’ya vâsıtasız olarak kelâmını işittirdikten, onun makâmını şerefli kılıp bol bol ikramlarda bulunduktan sonra, kendisini Hakk’a davet etmek üzere Firavun’a gitmesini emretti. Halbuki Cenâb-ı Hak Firavun’un inanmayacağını, davete icâbet edip gerçeği anlamaya meyletmeyeceğini çok iyi biliyordu. Mûsâ (a.s.)’a ise, Allah Teâlâ’nın kelâmını işitip onun tarifsiz halâvetini tattıktan sonra Firavun gibi azılı bir kâfirin yanına gidip onun küfür ve inkâr dolu sözlerini dinlemek oldukça zor geliyordu. Ancak o, Rabbinin emrini nefsinin arzusuna tercih etti.

Bu âyette iki mânaya işaret vardır:

› Dürüst, dikkatli ve samimi bir mürid, nefis tezkiyesi ve kalp tasfiyesiyle birlikte gerekli mânevî terbiyesini tamamlayıp kemâl mertebesine ulaştığı zaman Allah onu kullarına yol göstermek ve onları terbiye etmekle vazifelendirir.

› Erenlerin kemâli, tekrar halka dönmelerinde, onlara karışıp ezâ ve cefâlarına sabretmelerindedir. Böylece kendi hilim, merhamet, cömertlik ve affediciliklerini denemiş olurlar.

Mûsâ (a.s.), bu meşakkatli vazifeyi yapmak için gereken bütün inâyet ve desteği Rabbinden şöyle talep etti:

Tâ-Hâ / 25

Mûsâ (a.s.) Rabbinden öncelikle risâlet yükünü taşıyabilmek, onun zorluklarına ve insanların eziyetlerine sabredebilmek için göğsünü genişletmesini, yüreğini cesâret ve emniyet hissiyâtıyla doldurmasını ve işini kolaylaştırmasını ister. Çünkü hangi iş olursa olsun, onda başarılı olmanın birinci şartı göğüs genişliğidir. Kişi, Allah’ın izniyle kendinde o işi yapacak bir cesâret ve güvenin olduğuna inanmalıdır. Bu inanç, Yüce Allah’ın peygamberlere ve velî kullarına en büyük ihsanlarından biridir. Dikkat çeken bir durum şudur ki, burada Hz. Mûsâ, Cenâb-ı Hak’tan göğsünü genişletmesini isterken, Rabbimiz, Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’e katından bir lutuf olarak, onun yalvarmasına ihtiyaç bırakmaksızın: “Rasûlüm! Biz senin göğsünü açıp genişletmedik mi?” buyurur. (İnşirah 94/1)

İkinci olarak Mûsâ (a.s.) rahat, selis, tesirli ve iknâ edici konuşabilmesi ve söylediklerini insanların kolaylıkla anlayabilmesi için dilindeki düğümü çözmesini ister. Çünkü tebliğde başarılı olabilmek için hem hitâbetin etkileyici, hem de konuşmanın beliğ ve fasîh olmasının çok büyük önemi vardır.

Mûsâ (a.s.)’ın dilindeki düğüm hakkında iki farklı izah yapılır:

› Bu, Cenâb-ı Hakk’ın onun dilinde yaratmış olduğu ve rahat konuşmasına engelleyen bir düğümdü.

› Rivayet göre Hz. Mûsâ, sarayında ihtimamla büyütülen bir çocukken Firavun’un kendisini kucağına aldığı sırada ona bir tokat vur­du, arkasından sakalını tutup yolmaya başladı. Firavun, hanımı Âsiye’ye: “Bu benim düşmanımdır” deyip onun öldürülmesini emretti. Asiye ise: “Sakin ol, o daha küçük bir çocuktur. Eşyayı birbirinden ayırt edemiyor” dedi. Sonra bunu ispat için iki leğen getirtti. Bun­lardan birisine kor ateş, diğerine mücevher koydurdu. Cibrîl, Mûsâ’nın eli­ni tutarak ateşe uzattırdı. O da ateşi kaldırıp dilinin üzerine koydu. İşte dilin­deki düğüm bundan oluşmuştu. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XVI, 199-200)

Hz. Mûsâ duasına şöyle devam ediyor:

Tâ-Hâ / 29

29. âyette yardımcı mânasında “vezir” kelimesi kullanılmıştır. اَلْوَز۪يرُ (vezir), padişahın işlerinin yapılmasına yardımcı olan, yükünü taşıyan, görüşleriyle ona yardım eden yakın arkadaşıdır. İşte Mûsâ (a.s.) yüklendiği ağır vazifenin taşınmasında kendine yardımcı olacak bir vezir istemiştir. Bu, dinî hususlarda ve Allah’ın dinini tebliğde yardımlaşmanın önemine dikkat çeker. Nitekim Hz. İsa: “«Allah’a davet yolunda benim yardımcılarım kim olacak?” diye sorar. Havârîler de: «Allah yolunda yardımcıların biziz. Allah’a inandık. Şahid ol ki, bizler müslümanız!»” derler. (Âl-i İmran 3/52)

Cenâb-ı Hak, Peygamberimiz (s.a.s.) için de: “Ey Peygamber! Allah sana da, sana tabi olan mü’minlere de yeter!” müjdesini verir. (Enfâl 8/64)

Rasûlulâh (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Sizden herhangi bir kimse bir işin idâresine getirildiğinde, eğer Allah o kimse hakkında hayır murad ederse, ona sâlih bir vezir nasip eder. Zira o, unu­tunca kendisine hatırlatır, hatırladığında kendisine yardımcı olur.” (Nesâî, Bey‘at 33; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 70)

“Al­lah'ın gönderdiği her bir peygamber ve işbaşına getirdiği her bir halifenin mut­laka iki türlü sırdaşı vardır. Bir tür sırdaşlar ona iyiliği emreder ve onu iyi­liğe teşvik eder. Öbür tür sırdaşlar ise, ona kötülüğü emreder ve onu işle­meye teşvik ederler. Günahtan korunan ise Allah’ın koruduğu kimselerdir.” (Buhârî, Ahkâm 42; Nesâî, Bey‘at 32)

Enûşirvân şöyle derdi: “En iyi kılıç bile cilâdan, en iyi hayvan bile kamçıdan müstağni[1] olmadığı gibi, en bilgin padişah ve idâreci de, kendine yardım edecek bir vezirden müstağni olamaz.”

Burada şu latîf ve dakîk mânaya işaret etmekte fayda vardır: Hz. Mûsâ, Firavun’a giderken kardeşi Hârûn’un kendisine arkadaşlık etmesini istedi. Fakat Tûr dağına Rabbiyle buluşmaya ve O’nu kelâmını dinlemeye giderken böyle bir şeye ihtiyaç duymadı. Çünkü muhabbet yalnızlığı ve tekliği gerektirir. Sevgiliyle baş başa iken araya başkasının girmesi uygun düşmez. Halkla beraber olmakta ise meşakkat ve sıkıntı vardır. İnsan orada sıkıntısını paylaşacak ve meşakkatlerine ortak olacak birini arar. (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, II, 259)

Mûsâ (a.s.), Cenab-ı Hak’tan bu yardımları isterken esas gayesinin Allah’a kulluk ve O’nun rızası olduğunu şöyle ifade ediyor:

[1] Müstağni: Zengin, ihtiyaçsız, yapacağı işlerde başkalrına muhtaç olmayan.

Tâ-Hâ / 30

29. âyette yardımcı mânasında “vezir” kelimesi kullanılmıştır. اَلْوَز۪يرُ (vezir), padişahın işlerinin yapılmasına yardımcı olan, yükünü taşıyan, görüşleriyle ona yardım eden yakın arkadaşıdır. İşte Mûsâ (a.s.) yüklendiği ağır vazifenin taşınmasında kendine yardımcı olacak bir vezir istemiştir. Bu, dinî hususlarda ve Allah’ın dinini tebliğde yardımlaşmanın önemine dikkat çeker. Nitekim Hz. İsa: “«Allah’a davet yolunda benim yardımcılarım kim olacak?” diye sorar. Havârîler de: «Allah yolunda yardımcıların biziz. Allah’a inandık. Şahid ol ki, bizler müslümanız!»” derler. (Âl-i İmran 3/52)

Cenâb-ı Hak, Peygamberimiz (s.a.s.) için de: “Ey Peygamber! Allah sana da, sana tabi olan mü’minlere de yeter!” müjdesini verir. (Enfâl 8/64)

Rasûlulâh (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Sizden herhangi bir kimse bir işin idâresine getirildiğinde, eğer Allah o kimse hakkında hayır murad ederse, ona sâlih bir vezir nasip eder. Zira o, unu­tunca kendisine hatırlatır, hatırladığında kendisine yardımcı olur.” (Nesâî, Bey‘at 33; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 70)

“Al­lah'ın gönderdiği her bir peygamber ve işbaşına getirdiği her bir halifenin mut­laka iki türlü sırdaşı vardır. Bir tür sırdaşlar ona iyiliği emreder ve onu iyi­liğe teşvik eder. Öbür tür sırdaşlar ise, ona kötülüğü emreder ve onu işle­meye teşvik ederler. Günahtan korunan ise Allah’ın koruduğu kimselerdir.” (Buhârî, Ahkâm 42; Nesâî, Bey‘at 32)

Enûşirvân şöyle derdi: “En iyi kılıç bile cilâdan, en iyi hayvan bile kamçıdan müstağni[1] olmadığı gibi, en bilgin padişah ve idâreci de, kendine yardım edecek bir vezirden müstağni olamaz.”

Burada şu latîf ve dakîk mânaya işaret etmekte fayda vardır: Hz. Mûsâ, Firavun’a giderken kardeşi Hârûn’un kendisine arkadaşlık etmesini istedi. Fakat Tûr dağına Rabbiyle buluşmaya ve O’nu kelâmını dinlemeye giderken böyle bir şeye ihtiyaç duymadı. Çünkü muhabbet yalnızlığı ve tekliği gerektirir. Sevgiliyle baş başa iken araya başkasının girmesi uygun düşmez. Halkla beraber olmakta ise meşakkat ve sıkıntı vardır. İnsan orada sıkıntısını paylaşacak ve meşakkatlerine ortak olacak birini arar. (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, II, 259)

Mûsâ (a.s.), Cenab-ı Hak’tan bu yardımları isterken esas gayesinin Allah’a kulluk ve O’nun rızası olduğunu şöyle ifade ediyor:

[1] Müstağni: Zengin, ihtiyaçsız, yapacağı işlerde başkalrına muhtaç olmayan.

Tâ-Hâ / 33

Mûsâ (a.s.)’ın bahsi geçen talepleri, Allah’a daha iyi kulluk yapabilmeleri, O’nu noksan sıfatlardan tenzih edip daha çok zikredebilmeleri içindir. Çünkü “tesbih”, Allah Teâlâ’yı zât, sıfat ve fiilleri hususunda şânına yakışmayan noksanlıklardan tenzih edip aklamaktır. “Zikir” ise Cenâb-ı Hakk’ı en güzel ve en üstün celâl ve kibriyâ sıfatlarıyla vasfetmektir. Bu sebeple önce “tesbih”, sonra “zikr” gelmiştir. Âyetlerde şu mânaya işaret edildiği görülür: “İyilik ve salih amelerin artırılması konusunda yardımlaşmada, Allah’a giden manevî yolun engellerinin aşılıp mesafe alınmasında gönül gönüle verip birlikte yürüyecek sâdık arkadaşın ve sâlih dostun ehemmiyeti büyüktür.” Nitekim Cenâb-ı Hak:

“İyilik ve takvâda birbirinizle yardımlaşın; günah ve düşmanlıkta ise yardımlaşmayın” buyurur. (Mâide 5/2)

Mûsâ (a.s.)’ın bu içli ve samimi niyazları yüce dergâhta kabule şâyan oluyor:

Tâ-Hâ / 36

Yüce Allah, Hz. Mûsâ’nın duasını kabul ettiğini ve istediklerini kendisine vereceğini müjdeler. Buna gönlünün mutmain olması için de daha önce ona ihsan ettiği bir kısım husûsi nimetlerini ve zor zamanlarda ona olan ilâhî nusret ve teyidini hatırlatır. Bunlardan biri, onu Firavun’un öldürmesinden kurtarmasıdır. Hâdise kısaca şöyle vuku bulur:

Mûsâ (a.s.)’ın annesi, diğer erkek çocuklar gibi Firavun’un kendi oğlunu da öldürmesinden korkuyordu. Bu yüzden burada işaret edildiği üzere gönlüne düşen ilâhî ilhama dayanarak oğlunu bir sandığa koyup Nil nehrine bıraktı. Hanımı Âsiye ile bahçesinde gezinen Firavun, suda gördüğü sandığı çıkarttırıp içindeki çocuğu görünce şaşırdı. Âyette beyân edildiği gibi, Allah’ın Mûsâ’ya bir lütfu olarak çocuğa karşı kalbinde derin bir muhabbet hissetti. Çünkü onu hem Allah sevmiş, hem de insanlara sevdirmişti. Yüzüne öyle bir güzellik vermiş, gözlerine öyle bir şirinlik ve câzibe koymuştu ki gören onu sevmeden kendini alamazdı. İşte âyetteki “Ayrıca bizzat benim gözetimimde yetişip eğitilmen için sana kendimden gönülleri cezbeden bir güzellik ve sevecenlik vermiştim” (Tâhâ 20/39) beyânı buna işaret eder. Allah onu, kendi gözetimi ve koruması altında olmak üzere düşmanının sarayında ve en güzel imkânlar içinde terbiye edip yetiştirmiştir. Buradan anlaşılmaktadır ki, kendisine ezelî yardım yetişen kimse, bütün hallerinde inâyet nazarının gözetimi altında olur. Karşılaştığı her durum, onun iyilik, güzellik ve mânevî tekâmülünün artmasına ve kendisi için takdir buyrulan yüksek makamlara ulaşmasına vesile olur.

Bu arada Hz. Mûsâ’nın ablası, kardeşinin başına neler geldiğini araştırıp soruştururken, ona bir sütanne arandığını öğrendi. Bunu fırsat bilerek Firavun’un sarayına gitti:

Tâ-Hâ / 37

Yüce Allah, Hz. Mûsâ’nın duasını kabul ettiğini ve istediklerini kendisine vereceğini müjdeler. Buna gönlünün mutmain olması için de daha önce ona ihsan ettiği bir kısım husûsi nimetlerini ve zor zamanlarda ona olan ilâhî nusret ve teyidini hatırlatır. Bunlardan biri, onu Firavun’un öldürmesinden kurtarmasıdır. Hâdise kısaca şöyle vuku bulur:

Mûsâ (a.s.)’ın annesi, diğer erkek çocuklar gibi Firavun’un kendi oğlunu da öldürmesinden korkuyordu. Bu yüzden burada işaret edildiği üzere gönlüne düşen ilâhî ilhama dayanarak oğlunu bir sandığa koyup Nil nehrine bıraktı. Hanımı Âsiye ile bahçesinde gezinen Firavun, suda gördüğü sandığı çıkarttırıp içindeki çocuğu görünce şaşırdı. Âyette beyân edildiği gibi, Allah’ın Mûsâ’ya bir lütfu olarak çocuğa karşı kalbinde derin bir muhabbet hissetti. Çünkü onu hem Allah sevmiş, hem de insanlara sevdirmişti. Yüzüne öyle bir güzellik vermiş, gözlerine öyle bir şirinlik ve câzibe koymuştu ki gören onu sevmeden kendini alamazdı. İşte âyetteki “Ayrıca bizzat benim gözetimimde yetişip eğitilmen için sana kendimden gönülleri cezbeden bir güzellik ve sevecenlik vermiştim” (Tâhâ 20/39) beyânı buna işaret eder. Allah onu, kendi gözetimi ve koruması altında olmak üzere düşmanının sarayında ve en güzel imkânlar içinde terbiye edip yetiştirmiştir. Buradan anlaşılmaktadır ki, kendisine ezelî yardım yetişen kimse, bütün hallerinde inâyet nazarının gözetimi altında olur. Karşılaştığı her durum, onun iyilik, güzellik ve mânevî tekâmülünün artmasına ve kendisi için takdir buyrulan yüksek makamlara ulaşmasına vesile olur.

Bu arada Hz. Mûsâ’nın ablası, kardeşinin başına neler geldiğini araştırıp soruştururken, ona bir sütanne arandığını öğrendi. Bunu fırsat bilerek Firavun’un sarayına gitti:

Tâ-Hâ / 40

Cenâb-ı Hakk’ın Hz. Mûsâ’ya olan ikinci büyük ihsanı burada devreye girmektedir: Mûsâ, Allah’ın hususi yasaklamasıyla başka hiçbir anneden süt emmiyordu. (bk. Kasas 28/12) Saraydaki bakıcılar onu beslemek için ne yapacaklarını şaşırmışlar, bir çare arıyorlardı. Tam bu sırada oraya gelmiş bulunan Mûsâ’nın ablası, kendini tanıtmadan ona bir sütanne bulma hususunda onlara yardımcı olabileceğini söyledi. Onlar da mecburen bu teklifi kabul ettiler. O da yine kimsenin ruhu duymadan Mûsâ’nın öz annesini tavsiye etti. Böylece Mûsâ annesine kavuşmuş; hem kendi hem de annesi sıkıntılardan kurtularak huzura ermiş, gözleri ve gönülleri aydınlık olmuş, mutluluk dolmuştu.

Dikkat çeken bir husus şudur ki, belânın şiddeti, kişinin kuvvet veya zayıflığına göre vuku bulmaktadır. Kişi ne kadar kuvvetli ise belâsı o kadar büyük, ne kadar zayıf ise belâsı o kadar hafif olur. Nitekim Mûsâ’nın annesi zayıf olduğundan Allah Teâlâ çocuğunu ona birkaç gün için