Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç'ın konuşması bağlamında Türkiye'de yaşanan iktidar savaşını anlamaya çalışırken, Aristophanes dönemi Atina'sını hatırlamaktan kurtulamıyorum.
Aristophanes dönemi Atina'sında hakimler meslekten yetişmezler, otuz yaşını dolduran ve siyasi haklara sahip olan her vatandaş hakim olabilirmiş. Hakimler ilk dönemlerde hiç karşılık beklemezler ve parasız çalışırlarmış. Ancak Perikles, mahkeme başına hakimlere bir obolos para vermeye başlamış. Yargıçlık paralı olunca işsiz ve yoksul Atinalılar, bu işi ekmek kapısı olarak görmeye başlamışlar. Aynı zamanda yargıçlık yaparak para kazanmak zorunda olmayan asil yurttaşlar ise bu işten elini eteğini çekmeye başlamış. Daha sonra iktidara geçen Kleon ise halkı kazanmak, hak ve hukuk işlerini tamamen tekel altına almak maksadıyla yargıçların aldıkları parayı üç misline çıkarmaya karar vermiş. Böylece o günden itibaren mahkemeler tamamen demagogların emri altına girmiş. Artık bundan sonra aslolan amaç, hukukun tecelli etmesi değil, daha çok para kazanmak, güç elde etmek, gücü ve statükoyu korumak olmuş. Sonuç olarak bu süreçte yargı, demagogların siyasi düşmanları mahkûm ettirmek için kullandıkları bir baskı aygıtına dönüşmüş.
Aristophenes zamanında savaştan yana olanlar, hukuku ve yargıçları kendi çıkarları doğrultusunda kullanırlarmış. Peki, ya Türkiye'de yaşananlar? Bu zor zamanlarda hukuk ve mahkemeler hangi amaç doğrultusunda kullanılıyorlar? Aristophanes döneminde mahkemeleri kendi düşmanlarını yok etmek için kullanan demagoglar ile günümüzün "yargı bağımsızlığı" söyleminin arkasına sığınarak leviathan devlet algısını ve statükoyu savunun demagoglar; hukuku baskı aygıtına dönüştürmek amacını taşımıyorlar mı?
Kavramlar bazen niyetleri, amaçları örten sihirli bir perdedir. "Yargı bağımsızlığı" ya da "yargı bağımsızlığına müdahale" söylemi, leviathan devlet algısını, statükoyu, siyaseti teferruat olarak gören bir zihniyeti gizliyor. Statükoyu kollamak, siyasal veya toplumsal çıkarlarını korumak adına hukukun üzerine şal atıyor. Peki, çare nedir?
Sivil, demokratik, özgürlükçü bir anayasa yapılmalı…
Türkiye'nin temel sorunu, evrensel hukuk anlayışı ile beraber işleyen hukuk zihniyetinin yokluğu veya eksikliğinin yanı sıra, siyasetin ipotek altına alınma teşebbüsüdür. Bu sorun, ancak birey ve toplumu baskı altına alan hukuk algısı ile değil, Çicero'nun ifadesi ile "tüm erdemlerin hanımefendisi ve kraliçesi olan adaleti" tesis eden ve dağıtan bir hukuk anlayışı ile giderilebilir. Bireyi yadsıyan ve gerektiğinde siyaseti teferruat olarak gören bir hukuk algısı ile Türkiye geleceğe doğru yol alamaz. Çare, siyasettir..
İçinde bulunduğumuz bin yılda Türkiye'nin karşılaştığı tüm sorunlarda olduğu gibi, bu sorunda da yapılması gereken demokrasinin ve evrensel hukukun ruhuna uygun yeni bir siyasallık ve adalet anlayışı inşa etmektir. Ayrıca siyasi irade; hukuku merkeze alan yapısal reformları, özgürlükleri merkeze alan demokrasi lehine hayata geçirmek zorundadır. Acilen, adaletin gölgesinde yeşeren hukuk anlayışını hayata geçirecek sivil anayasa…
Türkiye, darbelerin ürünü olan anayasa ve anayasal kurumlarla yoluna devam edemez, etmemeli de. Ayrıca bireyi ve özgürlükleri koruyan ve güvence altına alan sivil nitelikli bir anayasa ile hukuk yeniden meşruiyet ve güven kazanabilir. Hukuk, bir kez daha zedelenmişmiş.
Türkiye bir seçim yapmak zorunda: Geleceğin Türkiye'si, ideolojik yargıçlar devleti mi olacak; yoksa milli iradenin temsilcisi aktörlerin yönettiği ülke mi? Iskalanmaması gereken soru budur.