Biz bu kışları çok gördük; bazı soğuklar, birinin sesiyle ısınırdı.
Coğrafyanın değil, ruhun aidiyet aradığı bir çağdayız. Havaların serinlemeye yüz tuttuğu, henüz kombileri açmaya kıyamadığımız ama bir hırkaya, bir fincan sıcaklığa muhtaç olduğumuz o ara mevsimdeyiz. İşte tam da böyle zamanlarda, bize vatanın ne olduğunu yeniden düşündüren isimsiz kahramanlar vardır. Onlar, kökünü toprakta değil, kalbinde taşıyanlardır. Gittikleri her yeri, karakterlerinin ışığı ve yanlarında getirdikleri o bir avuç iyilikle yeşertenlerdir.
Onların hikayesi, genellikle bir sürgünle başlar; her birinin ruhunda, Andrea Bocelli’nin dünya çapında altın plak ödülleriyle taçlanan “Con te partirò” (1995) eserindeki o fısıltı yankılanır gibidir: “Yalnız kaldığımda ufku hayal ederim ve kelimeler yetersiz kalır…” İşte bu kelimelerin bittiği yerde, kaderleri onları hiç bilmedikleri bir şehrin kalabalığında buluşturur. Lisanları farklıdır belki, ama konuştukları bir dil ortaktır: kederin ve umudun kadim dili. Bu dil, bazen gurbetin dipsiz bir kuyuya dönüştüğü her ruhta, bazen de evi ellerinden alınmış, doğdukları topraklarda sürgün yaşayan bir halkın sabrında konuşur. Ama o dilin alfabesinde, en karanlık anda bile fısıldanan bir vaat vardır: Yusuf’san, kuyudan çıkılmaz değil. Birbirlerinin gözlerinde, işte o kuyunun enkazını değil, o vaadin inatla yeşerttiği küçücük çiçeği görürler. O anı bilirim. Bana ilk defa burada kalabileceğimi hissettirdiği o anı.
İşte o, en soğuk odaları bile ısıtan kıvılcımdır; henüz kombiler yanmadan çok önce.
Bu yeni vatanın ocağı, mütevazı bir yerde tütmeye başlar. Belki de buram buram kahve kokan, vitrinindeki buğunun arkasından sıcak bir ışık sızan küçük bir dükkândır burası. Adaçayının da artık mevsimi gelmiştir ve ocaktaki su kaynadıkça fincanın kenarında ince bir buğu halkası oluşur, tıpkı anıların kenarına sinmiş o belli belirsiz sızı gibi. O ocak tuğladan değil; sabırdan, emekten ve karşılıksız bir adanmışlıktan inşa edilir. Zira iyilik, tıpkı bir ateş gibi, dokunduğu her şeyi kendine benzetme ve ısıtma gücüne sahiptir.
Aslında onların yaptığı, sıfırdan, belleğin ve özlemin kırıntılarından bir yuva kurma eylemi, sanatçı Mona Hatoum’un ödüllü eseri “Babamın Evi”nde (My Father’s House) sorduğu o derin sorunun canlı cevabıdır. Sürgün ve yerinden edilme temalarıyla boğuşan bu eser, evin sadece fiziksel bir mekân değil, asıl olarak belleğin sığınağı ve aidiyetin son kalesi olduğunu fısıldar. Bellek, dışarıdaki ayaza karşı sığındığımız o en korunaklı yerdir.
Bu hakikatin en sarsıcı sinematik yankılarından birini ise Mısır sinemasının büyük ustası Yûsuf Şâhîn, uluslararası ödülleriyle hafızalara kazınan 1997 yapımı başyapıtı Kader’de (Destiny) göstermişti. Orada, 12. yüzyıl Endülüs'ünde, bağnazlığın dondurucu ayazına karşı Meşşailiğin temsilcilerinden filozof İbn Rüşd'ün aydınlık fikirlerini korumaya çalışan bir avuç insanın mücadelesi, tam da bu 'ocak kurma' eyleminin ta kendisiydi. O fikirleri gizlice kopyalayıp gelecek nesillere taşıyan el, insanlığı ısıtan o görünmez ocağın ta kendisiydi; bu, ruhun soğuğa karşı bulduğu ilk ve en kadim sıcaklıktı.
Bu, zamanın ve mekânın ötesinde bir kuraldır. Nereye giderse gitsin, iyi insanlar bir alan yaratır. Etraflarında bir çekim alanı oluştururlar. Ve bazen, bir apartman boşluğundan sızan tanıdık menemen kokusu, en derin sürgün duygusunun bile önüne geçer.
Çorak toprağı yeşerten, işte o görünmez sırdır.
Peki, kimliklerin ve sınırların her zamankinden daha çok kutsandığı bu çalkantılı dönemde, insanlığın vücut ısısı hangi iklimde denge bulacak? Ya korkularımıza yenik düşerek etrafımıza daha yüksek duvarlar örecek ve "bizden olmayanı" dışarıda bırakan coğrafi kalelerimize hapsolacağız. Ya da tam tersi, ruhlarımızın asıl vatanının bir başka insanın kalbi olduğunu hatırlayacak ve karakter temelinde kurulmuş yeni aidiyet biçimlerini cesaretle inşa edeceğiz. Bu, aslında kışı nasıl geçireceğimize dair bir karardır: henüz kombileri açmadan, ya tek başımıza titreyerek ya da birbirimizin sıcaklığına sığınarak.
Nihayetinde bu isimsiz kahramanların hikâyesi bize şunu fısıldar: Kök salmak için toprağa değil, güvene ihtiyaç vardır. Ve en sağlam vatan, iki iyi insanın birbirine yaslanarak kurduğu o görünmez ama sımsıcak cumhuriyettir; bu cumhuriyetin sıcaklığı, henüz kombileri açmaya gerek bırakmaz.
Vatan, ayak bastığın yer değil, kalbinin ait olduğu yerdir.
Belki de bu yüzden, bazı odalar hiç soğumaz.
Ve bazı insanlar, hiçbir zaman üşümez.