Tarihin fısıldadığı mekânlar vardır; duvarları, toprağı, hatta rüzgârı bile yaşanmışlıkların sükûnetiyle ağırlaşmış yerler. Bir zamanların darağacı gölgeli Yassıadası, bugünün Demokrasi ve Özgürlükler Adası; tarihin fısıltılarını duvarlarında hâlâ saklayan bir hafıza mekânıdır. Bu sembolik sahnede, Bosphorus Diplomasi Forumu'nun kürsüsüne doğru yürüyen genç bir sima, sadece bir konuşma yapmak için değil, adeta tarihin önünde bir imtihan vermek için ilerliyordu: Ömer Tayyip Erdoğan. Ve hemen karşısında, dinleyiciler arasında oturan dedesi Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın varlığı, o anı sıradan bir hitabetin çok ötesine taşıyarak, nesiller arası bir miras devrinin sessiz, ancak bir o kadar da görkemli bir beyanına dönüştürüyordu.
Kamuoyu hafızasının en köklü yanılgısı, kudretli bir soyadının, hayatın bütün kapılarını zahmetsizce açan sihirli bir anahtar olduğudur. Oysa hakikat, bu hükmün tam zıddı bir yolda, çetin bir patikada gizlidir. Böyle bir doğum, bir lütuf değil, daha ziyade omuzlara yüklenen ve her adımda ağırlığı hissedilen demir bir gömlektir. Standartların herkes için olduğundan daha yukarıya çekildiği, her kelimenin milyonlarca göz tarafından tartıldığı bir arenada rüştünü ispat etmek, sıradan bir gayretin fersah fersah ötesinde bir adanmışlık ve sarsılmaz bir irade gerektirir. Ömer Tayyip Erdoğan’ın karşılaştığı ilk sınav da burada başlar: Manevi bir pusula inşa edebilmek. Akademik hayatından kopmadan Kur'an hafızı olması, bir imtiyazın değil, çelikten bir sabırla dövülmüş bir karakterin ilk nişanesidir. Bu zihinsel ve ruhi disiplin, fiziksel bir adanmışlıkla da perçinlenir: Hem geleneksel okçuluğun tarihi mirasına hem de modern okçuluğun milimetrik hassasiyetine olan vukufiyeti ve bu alandaki başarıları, onun karakterindeki odaklanma gücünün ve hedefe kilitlenme iradesinin bir başka tezahürüdür. Elbette, “Ancak o Cumhurbaşkanı’nın torunu, bu imkânlarla başarılı olması şaşırtıcı değil. Bu hikâyeyi bir köşe yazısına taşıyan nedir?” diyen kuşkucu bir ses yükselecektir. İşte bu hikâyeyi farklı kılan ve onu bir köşe yazısına taşıyan asıl cevap, tam da bu noktada gizlidir: Ne hafızlık ne de okçuluk, kapalı kapılar ardındaki özel kolejlere veya elit kurumlara özgü imtiyazlar değildir. Aksine, her ikisi de azim, sabır ve gayret gösteren her gencin yürüyebileceği, milletin ortak irfan ve spor mirasından silsile yöntemiyle beslenen kadim yollardır. Bu yönüyle, dünyaya açılmadan önce kendi içine dönme; evrenseli anlamadan önce kendi köklerine tutunma iradesidir.
Ancak ahlaki bir pusula, yalnız başına bir anlam ifade etmez. Onu doğru yönü gösterecek şekilde kullanabilmek için, dünyanın bugünkü siyasi coğrafyasını şekillendiren tarih haritasına da hâkim olmak gerekir. İşte bu noktada, yaşıtlarının dijital dünyanın anlık hazları ve sanal zaferleri peşinde bir sonraki bedava oyunun takvimini gözlediği bir çağda, onun Soğuk Savaş’ın hayaletleriyle dolu bir odaya girerek Angola’nın kanlı mirasını masaya yatırması, bambaşka bir adanmışlığın kanıtıdır. Bir yanda Küba’nın enternasyonalist ateşi, öte yanda Güney Afrika’nın apartheid korkusu... Sovyetler’in jeopolitik satrancı ile Amerika’nın vekalet savaşları arasında sıkışmış bir kıta... Etnik fay hatlarının ve ideolojik kamplaşmaların bir ülkeyi nasıl paramparça ettiğini deşifre etmek, tarihin trajedilerinden bilgelik damıtmaktır. Bu, sadece bir simülasyon değil, geçmişin yıkımlarından geleceği inşa etme sorumluluğunun talimidir.
İşte bu tarih haritası, bugün Türkiye'nin ‘dengeli diplomasi’, ‘tam bağımsız savunma sanayii’ vurgusunun arkasındaki stratejik derinliği gözler önüne serer. Geçmişte başka milletlerin yaşadığı bu boğucu sıkışmışlık, Türkiye'nin kendi göbeğini keserek bağımsız bir aktör olma yolunda attığı her adımın ne denli hayati olduğunu kanıtlar niteliktedir.
Fakat tarih haritası da tek başına kâfi gelmez. O haritayı bugünün ve yarının dünyasına tatbik edecek keskin bir stratejik teleskopa da hâkim olmak gerekir. Bu teleskop, dünün ideolojik savaşlarının yerini alan kredi, altyapı ve dijital bağımlılık gibi yeni nesil güç enstrümanlarını görebilmelidir. Aynı Angola’nın, bu kez Çin’in “petrol karşılığı kalkınma” modeliyle nasıl bir imtihana girdiğini irdelemek... Bağımsızlığın, bir ülkenin geleceğini on yıllar boyunca tek bir güce ipotek etmekle korunup korunamayacağını sorgulamak... Bu, dünün sömürgeciliğinin bugünün borç senetlerinde nasıl yeniden vücut bulduğunu anlama cehdidir.
İşte o kürsüde, bu üç imtihanın ateşinden geçmiş bir ses yankılandı. “Diplomasi, yalnızca güç sahibi birkaç aktörün tekelinde değil, herkesin hakkı ve ortak mirasıdır” dediğinde, bu söz sadece “Dünya Beşten Büyüktür” manifestosunun bir tekrarı değil; ahlaki bir pusulanın, tarihi bir haritanın ve stratejik bir teleskobun damıttığı yeni ve özgün bir dildi. Bu dil, Gazze’deki insanlık dramına sessiz kalmayarak vicdani köklerini koruyor, Angola’nın trajedisinden ders alarak adalet arayışını sürdürüyor ve bugünün güç mücadelelerini okuyarak bağımsızlık ufkunu ortaya koyuyordu.
Netice itibarıyla, Ömer Tayyip Erdoğan’ın sahneye çıkışı, bir soyadının gölgesine sığınmak değil, bilakis o soyadının yüklediği ağır mesuliyetin hakkını vermek için çıkılan çetin bir yolculuğun ilk adımıdır. Onun hikâyesi, klişelerden arınmış, sahici bir emek ve vizyon arayışıdır. Ve zihinlere sorduğu soru kadar, verdiği cevapla da kendini emanet eder:
Bu, bir soyadının gölgesinde değil, bir medeniyetin pusulasında şekillenen yeni bir ses ve tüm ezberleri bozan gençlere örnek yepyeni bir başlangıçtır.