İnsan Hep Aynıdır

Günümüzün post/modern insanı kendisine özel bir misyon yükleyerek, teknolojik gelişmelerle elde ettiği seviye sebebiyle neredeyse üst bir insan olduğuna inandırılmıştır. Aslında biz gerek kutsal metinleri gerekse tarihsel olayları okuduğumuzda insanların kendi içinde yaşadıkları dönemin en iyisi olduğuna nedense inanma eğiliminde olduklarını görmekteyiz.

Böyle bir inancın post/modern zamanlarda yaygınlaşmasının iki sebebinden bahsedilebilir. Bunlardan ilki, daha ideolojik bir alt yapı olarak kabul edebileceğimiz ilerleme ideolojisidir. Hatta buna ilerleme miti de diyebiliriz. İkincisi de, özellikle günümüzde teknolojik değişimler muvacehesinde “transhümanizm” ve “posthümanizm” gibi düşünce ve onlara dair uygulamalardır. Öyle ki, artık insanın ebediliğinden bahsedilir olmuştur. Bu arada yapay zeka uygulamalarının giderek gelişmesi de günümüz postmodern insanına ayrı bir gurur vermektedir.

Fakat bu minvalde insana dair sorduğumuz/soracağımız soru hiç değişmemiştir. Birincisi, insan kimdir? İnsan içinde yaşadığı bu dünyada niçin bulunmaktadır? Üçüncüsü, tüm sahip olmuşluklarına rağmen ölmektedir. İnsanın ebedileştiği ya da ebedileşeceği şeklindeki öngörülerin insanda ölümü henüz yok etmediğini burada belirtelim. İnsan için ölüm ortadan kalkarsa, bu yeni durumu ayrıca konuşmak lazım gelir.

Benim insanla ilgili tezim insanın kendisi kadar sade ve basittir. İnsan duyguları, hırsları, iyilik ve kötülük duygusu, sahip olmaklığı, talepleri, arzuları vb. ile her dönemde aynıdır. İnsan doğasının değiştiğini de düşünmüyorum. Yani ilk insan tüm donanımları itibarıyla neyse bugün de insan aynıdır. İnsanlar daha çok değişen sosyal çevre ve teknolojiye bakarak insan doğasının da değiştiğini düşünüyorlar. Makine ile robotik bir yaratım yapmadığınız sürece biyolojik olarak meydana gelen insanda doğa değişmez. Makine insanın doğasından da bahsedemezsiniz. İnsanın sosyal çevresi değiştiğinde elbette onunla uyum geliştirir ve değişimler yaşar. Ancak bu tümüyle nesnenin insanın değiştirdiği anlamına gelmez.

Teknoloji üzerinden insana gaz vermenin daha çok global stratejilerce pazardaki müşteriyi elde tutma gayretinden öte bir şey olduğu kanaatinde değilim. Elbette bu zamana kadar gelişen teknolojilerin önemsiz olduğunu savunuyor değilim. Ancak insan dediğimiz o naif varlığı kendi sadeliğinde okuma taraftarıyım. Bu sebeple yazdığım daha önceki yazılarda hep “insanı sadeleştirmek”ten bahsetmiştim. İyi bir çözümleme karmaşıklığı sürekli sadeleştirerek mümkün olmaktadır.

Thomas Hobbes Leviathan’ı yazarken insan ve onun doğasından başlamaktaydı. Esasen Batı’da modern zamanlarda birçok siyaset teorisyeni de aynı yerden meseleye başlamıştı. Bu siyaset teorilerinde insan egemen olmak isteyen, çıkarcı, haksızlık yapabilen, arzularını gerçekleştirmeye çalışan vb. bir varlıktır. Bunun bir kaos çıkaracağını düşünerek siyaset teorisi ve devlet bunun üzerine inşa edilmektedir.

İnsan sürekli bu dürtüleriyle hareket eden bir varlıktır. Bu durum hiç değişmemiştir. Bazıları insanın medeniyete ulaşınca bu dürtülerinin eğitilerek gelişeceğini belirtmektedir. Burada özellikle “medeniyet” ile birlikte refah düzeyinin artışı sonucunda insanın hareketlerindeki kibarlaşmadan bahsedilebilir. Fakat bu kalıcı ve genetik değildir. Refah düzeyinin düştüğü durumlarda birden herşey “ilkel” haline dönüşebilir. Hatta medeniyet bir müddet sonra vülgarize bir yaşam biçimiyle sonuçlanabilir.

Tam da bu sebeple insanı değerlendirirken üzerindeki elbise, takılar, görüntü ile değerlendirmek kesinlikle hatalıdır. İnsan aç kaldığında öğrendiği kibarlıkları unutarak dürtüleri çerçevesinde hareket edecektir.