İnsan kalabilme sanatı

2025’in son düzlüğündeyiz. Takvim yaprakları sadece zamanı değil, bildiğimiz dünyanın eski kurallarını da birer birer döküyor önümüze. Küresel güvenlik mimarisi, sert bir rüzgârda kalmış paslı bir iskele gibi sarsılıyor. Sadece sınırlar değil, zihinler de yorgun.

Peki, dışarıda esen bu metalik fırtınadan nereye sığınacağız? Cevap sandığımızdan daha yakın, ama bir o kadar da unutulmuş bir yerde: Kendi içimizde.

Bu sığınağın neden elzem olduğunu anlamak için, önce başımızı kaldırıp gökyüzüne bakmamız gerekiyor. Artık orada kuşlar değil, sessizce süzülen gözlem makineleri var. Savaş, vicdanın devre dışı bırakıldığı, ekran başındaki soğuk bir hesaplamaya dönüştü.

Gelin, bir kaylule arasında o sahnenin tam içine girelim:

Binlerce kilometre ötede, penceresiz bir oda... İçeride genzi yakan o steril, mekatronik kokusu ve bilgisayar fanlarının monoton uğultusu var. Odanın ısısı sabit, hava yapay ve kuru. Operatörün yüzüne sadece monitörlerin buz mavisi ışığı vuruyor. Parmağı, pürüzsüz plastikten yapılmış ateşleme tuşunun üzerinde, hissizce bekliyor.

Ama önündeki yüksek çözünürlüklü ekranda bambaşka bir iklim, bambaşka bir doku var:

Kızıl topraklı bir avlu... Köşede dumanı tüten bir tandır fırını var. Havada, yanan odunun o isli rayihasına karışmış taze pişmiş ekmeğin sıcak kokusu asılı duruyor. Hemen yandaki yaşlı zeytin ağacının gölgesinde, unlanmış ellerini önlüğüne silen biri, alnındaki teri siliyor. Güneş, o unlu ellere vurup parıldıyor.

Orada emeğin sıcaklığı, bereketin kokusu ve hayat var. Burada ise soğuk bir oda, mekatronik bir koku ve kombinatorik var.

Operatör için o ekmeğin buğusu veya zeytin ağacının gölgesi bir anlam ifade etmiyor. Ekrandaki yeşil çerçeve, o yaşam karesini sadece kilitlenmesi gereken bir "koordinat yığını" olarak görüyor.

İşte insanlığımız, o soğuk mavi ışık ile o sıcak güneşin karşılaşmasında sınanıyor.

Dünya bu teknolojik "cinnet" halindeyken, çoğumuz telaşla "makineleşmeye" çalışıyoruz. Daha hızlı, daha hissiz olmak için çırpınıyoruz. Yanılıyoruz.

Fırtınayı, rüzgârı taklit ederek dindiremeyiz.

Gelecek bilimcilerle derslerde konuştuğumuz hakikat şudur: Süper zeka çağında en büyük avantajımız teknik becerimiz değil, radikal farkındalığımızdır. Makinelerle deplasmanda yarışanların, kaybetme oranı yüksektir.

Bu yarışın kazananı bellidir. Tıpkı şu kısa diyalogdaki gibi:

Navigasyon cihazı, soğuk sesiyle bağırır: "Hata yaptın! Rotadan çıktın. Hedefe varış süren 7 dakika gecikti. Lütfen en kısa yola dön."

Ayağımızdaki eski ayakkabı ise tebessüm eder: "Gecikmedik. O saptığımız sokakta ıhlamur kokusu vardı, sadece onu çektik içimize."

İşte İnsan Kalabilme Sanatı dediğimiz o ince ustalık, makinenin "hata" sandığı bu güzel "tutarsızlığımızda" gizlidir.

Yapay zeka daima en kısa yolu çizer. Oysa insan; sırf sohbet güzel, ve o güzel an bitmesin diye, dostuyla yürüdüğü o yolu bilerek uzatandır. Robotlar kusursuz şiirler yazabilir ama o şiirdeki hüzünden ağlayamaz. Bizim kalemiz, görünenin ardındaki o ince manaya talip olmaktır.

Şimdi bu kısa uykudan uyanıp, 2026’nın eşiğinde doğrulup soluklanalım. Dünya, ittifakların çözüldüğü gergin bir ipin üzerinde yürüyor olabilir. Ama dengeyi teknoloji değil, karakter sağlayacak.

Bırakın makineler hayatı simüle ededursun, biz bakışlarımızla hissedelim. Bırakın onlar dünyayı tarasın, biz hakikati görelim. Ve onlar, sıfır hatayla çalışmanın formülünü ararken o soğuk düzenlerinin esiriyken; biz tökezlemenin, yanılmanın ve tekrar ayağa kalkmanın, yani o güzelim insani kırılganlığımızın özgürlüğüyle barışalım.

Çünkü gelecek, makineleşenlerin değil; inatla ve ısrarla insan kalanların olacaktır.

Belki de asıl ihtiyacımız olan daha fazla 'veri' değil, daha fazla 'basiret'tir. Makinelerin bastığı o standart tost ile soba üzerinde ağır ağır kızaran ekmeğin arasındaki lezzet farkı, aslında insan olmanın farkıdır. Teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin, tecrübelerinizin ve kalbinizin sesi rehberimiz olsun.