Hepimiz, dünyanın bir köşesinde kendi hayatının hikâyesini yazıyor. Şimdi tam da şu anda bile Afrika çöllerinde, kutuplarda, ekvatorun iki çizgisi arasında birileri, birilerine veya bir şeylere bakıyor, aklından kim bilir neler geçiriyor, bir taşı ötekinin üstüne koyuyor, bir binayı yıkma hesapları yapıyor, bir insanı yeryüzünden silmeyi düşünüyor. Şehirde, köyde, dağ başında, su kenarında fısıltılı yaşamlardan biriken sesler bazen harika bir ezgiye, bazen kakafonik bir yorgunluğa, bazen de dramatik, hüzünlü bir şarkıya dönüşüyor. Ağıt da bizim için kahramanlık türküleri de hüzünlü şarkılar da… Görüntülerden, seslerden, düşüncelerden mozaikler yapıyor, sonra onu kendimize göre yorumlayıp tek kişilik tarzlarla öteki insanların emrine amade kılıyoruz. Kısa cümleler veya uzun cümlelerle dolu bu hikâyemiz. Ölü doğmuş cümleler de var hayatımızda, parıl parıl parıldayanlar da… Hikâyemize yaklaşanlara elimizi uzatıyor, ya yanıyor veya ısınıyoruz. Her vadiden çiçekler yönelmiyor bize ama elmayı kurutmak da kaktüslerden incir devşirmek de bizim şanımızdan. Öyle ya da böyle zamanın akışı hiç durmuyor, rüyalarda bile kesintiye uğramadan yoluna devam ediyor. Derimizi kalınlaştırıyor, bilincimizi güçlendiriyor, ruhumuzu bir buluttan ötekine sürükleyerek bazen yağmurlar yağdırıp bazen de sert fırtınalar estiriyor. Doğrusunu söylemek gerekirse uyandığımız her gün yeni bir hikâyeye kapı aralıyor, her hikâye bir öncesi veya sonrasına eklemlenerek özgeçmişlerimizi oluşturuyor. Yaşadığımız her olay, olduğu haliyle benliğimizin parçasına dönüşmüyor elbette. Bunların bazıları siliniyor, bazıları hafıza ormanlarında tekrar hatırlanmak üzere gölgeye çekiliyor. Her gün, her yerde başımızdan olaylar geçiyor, Kimi susarak, kimi konuşarak, acı çekerek, sevinç duyarak ama her durumda bir hikâyenin eksiklerini tamamlayarak yolculuğumuzu tamamlamaya çalışıyoruz.
Aslında, yalın haliyle bu hikâyenin üç ögesi var. Zaman, mekan ve insan… Bunun dışında kalan her şey bunların türevi. Üstelik hayatı anlamlı kılan tam da bu türevler. Zamanın kipleri mesela… Gün doğumunun tazeliği, öğlenin enerjisi, ikindiye özgü yorgunluk, gurup vaktinin keyfe keder hafifliği, gecenin serinliği, gece yarısının doğurganlığı olmasa zaman tek başına, tek bir kiple insana ne sunabilir ki? Aynısı mekanlar için de geçerli. Sadece bir dağ, tek başına bir deniz, salt bir ırmak kenarı, yalnızca şehir meydanı ne söyleyebilir insana, neyi anlatabilir? Ve insan… Dünya tek tip insanlar galerisinden ibaret olsa hayat hâlâ çekilebilir midir? Kötüler kadar iyiler, korkaklar kadar cesurlar, öfkeliler kadar sabırlılar da bu hikâyenin bir parçası… Mesele şu ki sabah geldiğinde tan vaktini yok etmiyor, ikindi öğlenin, gece akşamın düşmanı değil… Hepsi sırasını bekliyor, kendi içinde ötekileri barındırıyor, öncesini temsil ederken sonrasına çekirdek bırakıyor. Mekanlar için de böyledir. Hiçbir vadi ötekini kıskanmaz, onu yok etmek için kendini şişirme gereği duymaz. Deniz ırmağın, ırmak gölün düşmanı değildir. Hepsi, her yerde sadece kendisi olarak, kendisi kalarak, kendisini temsil makamıyla durur, ancak ve ancak ötekini belirginleştirmek, pekiştirmek, zenginleştirmek için varlığını sürdürür. İnsandır kendisini var kılmanın gerekçesi olarak ötekini yok etmeyi görev bilen. İnsandır mekana da zamana da öldürücü darbeyi vurmak için tetikte bekleyen. İnsandır kendisi yaratmadığı halde insanı yok etme planları yapan. İnsandır kendisi yaratmadığı halde ağacı kesen, dalı kıran, yaprağı inciten. İnsandır zaten ölecek olan hemcinslerine kem gözle bakıp dünya sanki herkese yetmiyormuş gibi ona yerin üstünü değil altını reva gören. İnsandır insana, zamana ve mekana diş bileyen, düşman olan.
Ve bizim hikâyemiz, insanın hikâyesi tam da budur… Kendi yaratmadığını öldürmek, kendine ait olmayana göz dikmek, kendi sınırlarını beğenmeyerek başkalarının sınırlarına dalmak, öleceğini bile bile dünyanın sahibiymiş gibi davranmak… Hikâye, insanın hikâyesi belki tam da bu yüzden aslında savaşların hikâyesi oluyor, barışların değil. İnsanın irfan hikayesi, sanat ve edebiyat hikayesi belki de bu yüzden tarih kitaplarının hep sonuna konuyor; fetihler, galibiyetler ünitesi hep en başta yer alıyor. Her insan, nefes aldığı her yerde kendi hikâyesini yazarken dışarıdan aldıklarını derisinin altında gezintiye çıkarıyor, kanına karıştırdığını tekrar iade ediyor. Bunu yapıyoruz. Dünyanın bir benzerini, onda olmayanı ona ekleyerek, onda olanı çoğaltarak, onda kısık olanı belirginleştirerek yeni dünyalar kurmanın hevesiyle yaşıyoruz. Varlık sebebimiz tek kişilik hikâyelerden tek kişilik dünyalar inşa etmek. Ve herkesin dünyası, her gezegen kendi ruhuna göre şekilleniyor. Hepimizin cebinde üzerinde yaşadığımız gezegene benzeyen bir cisim var. Ne vakit insanlarla karşılaşsak o gezegeni çıkarıp onlara gösteriyor, ona övgüler diziyoruz. Ama hiç kimse, hiçbir yerde bütün bu hikâyelerin dünyaya ait olduğunu, ne kadar mükemmel olursa olsan tek kişilik gezegenlerin taslağın ötesine geçmediğini, geçemediğini düşünmüyor. Hiçbir taslak gerçeği kadar mükemmel olamaz oysa. Ve bu, en çok da insan ve onun taslakları için geçerlidir. Dünyayı kaybettik, onun taslaklarıyla uğraşıyoruz. Mekanlarımız mühendislerin taslaklarından ibaret. Zamanlarımıza dijital taslaklar el koydu. Ve dünyayı, dünyamızı insan taslakları yönetiyor. Böyle, ne yazık ki böyle olduğu için hikâyelerimiz yapay zekalara emanet…