Sadece insanın değil pek çok varlığın evrensel yazgısı, “aramak”. İnsan, huzuru, sağlığı, başarıyı, zenginliği, şöhreti ve daha nice şeyleri arar. Karınca da arı da bir arayış içerisinde. Lakin, varlıklar aleminde en meşakkatli ve değerli olan muhakkak ki insanın arayışıdır. Çünkü o pek çok çeldirici arasında doğru olanı aramak ve hakikati bulmakla sorumlu tutulmuştur. Çünkü ona diğer hiçbir varlığa verilmeyen irade gücü ve seçme hürriyeti armağan edilmiştir.
İnsanın arayışı bir yerde bitmiyor, nihayete ermiyor. Tam buldum ve artık her şey tastamam sandığımız anda anlıyoruz ki bazı şeyler hala eksik. Ve sonra tekrar yeni arayışlar başlıyor. Nihayeti olmayan bu arayış döngüsünde iki husus çok önemli. Zira bu iki şeye dikkat etmezse, insanın hüsrana uğraması kaçınılmaz olur. Birincisi doğru olanı aramak; ikincisi doğru yerde aramak.
Doğru olanı aramak, insanın bir ayrıcalığı olduğu gibi aynı zamanda sorumluluğudur. Çünkü insana fazilet ve mahcubiyet içeren şeyleri ayırt edebilmesi için akıl ve kalp verilmiştir. Zira Allah son kitabı Kuran-ı Kerim’de insana nasihat ederken; “Hiç akıl etmez misiniz?” “Hiç ibret almaz mısınız?” “Hiç ders çıkarmaz mısınız?” diye o kadar çok telkin de bulunur ki! Sahi, akıl etmemekte, ders çıkarmamakta ve ibret almamakta neden bu kadar direniyoruz?
İnsanın arayışındaki ikinci önemli husus ise aradığı şeyleri doğru yerde aramasıdır. Peki, doğru yer neresidir?
“Kendi dışımızda nereye koştuysak gurbette kaldık” der Merhum Nurettin Topçu. Evet, insan aradığı şeylerin çoğunu ancak kendi içinde bulabilir. Zira, özümüzden ve içimizden uzaklaştıkça daha mutsuz, daha umutsuz, daha yalnız ve doyumsuz bir varlığa dönüştük. Çünkü insanın biyolojik, ruhsal ve toplumsal boyut olmak üzere üç yönü vardır. Dolayısıyla insanın, salt bedensel ve hedonist bir tatminle, kendi dışında olan şeylerle arayışlarını nihayete erdirmesi ve aradığı saadeti bulması mümkün değildir.
İnsan bir inanma güdüsüyle, fıtrata uygun bir şahsiyet üzerine ve bir kültür içerisinde yaratılır. Yaşı ilerledikçe ve özerkleştikçe bu fıtri ve tabii özelliklerine uygun tercihlerde bulunup, yaşamını da bu zemin üzerine inşa ettiğinde kendisiyle ve toplumla uyumu güçlenir. Aksi durumlarda ise bu uyum bozulur hatta kaybolur.
İnsanın binlerce yıldır aradığı şey aslıdır. Yani ruhumuz gerçek sahibini; Halik’ını aramaktadır. İnsanın arayışının nihayete ermesi ve teskin olması ancak bu şekilde mümkün olacaktır. Mecnunu, Leyla’nın ardına düşüren şey de bundan başkası değildi. Rabbimiz Secde Suresi 9. Ayette; “Sonra ona düzgün bir şekil vermiş ve ruhundan ona üflemiş…” buyurmaktadır.
O vakit ara sıra da olsa dünyanın aldatıcı ışıklarıyla körelmiş gözlerimizi gönlümüze ve ruhumuza çevirelim. Dışımızdaki makine ve korna sesini biraz kısalım ve içimizdeki nağmelere kulak verelim. İçimize döndüğümüzde bize insan olduğumuzu, buraya ait olmadığımızı ve bir hesap günü olduğunu hatırlatacak bir kalp bulacağız. İçimize döndüğümüzde ışığını sonsuzluktan almış yıldızlarla dolu bir gökyüzü bulacağız.
Bunca zamandır sorularımızın cevabını dışımızda aradık, yorulduk ve sükût-u hayale uğradık. Şayet dönebileceğimiz bir içimiz kalmış ise ona dönelim ve suallerimizin cevabını bir de içimizde arayalım. Artık dışımızdaki bu gurbetten evimize yani içimize dönme vakti gelmedi mi?
Vesselam…