Söze nerden girmeli!?
Kalbini kaybeden, lakin bütün yaşamsal fonksiyonlarını sürdüren insandan dem vuralım… Sebeplerden yüklenelim biraz ve sele maruz kalan tüm insani melekelerden… Dünyadan söz edelim az, bütün evrensel çarkları altüst eden o gezegenden… Ve topraktan söz edelim, buğday vermeyi unutan… Ve Rüzgardan bahsedelim, gençliğin hayallerini mahpus eden ve rüzgar ar süpüren… Sudan girelim en müstesna güzergahlara, girizgahları tıkayan… Ve ateşten dert yanalım, aşkı mevta eden… Hele sadakat konuşsun az, sadakat ki ketum ve kör kuyularda mahpus elim bir vaka… Aşktan konuşalım aşktan, a – ş – k harflerinden ibaret kalan… Yine aşktan konuşalım, dünyanın süsüne bürünen, büründürülen, dünyanın süsünden ibaret görülen… Tekrar aşktan konuşalım yine yeniden, aşktan yani aşıktan o sadık azap elçisinden… Ve değerlerden konuşalım, maneviyatın boynunu vurarak artık eder olarak ölçülen o değerlerin meğer eder olduğu gerçeğinden… Kederlerle devam edelim, kadına ait çözülemeyen o denklemden… Ölümle sürdürelim sözü, çocuklara ve masumlara yakıştırılan… Kör geceleri hatırlayalım, hüzünle - aşkı bir bohçaya toplayıp kuyulara gömenlerden… Ve edepten konuşalım sandıklara gizlenen, o unutulan mana deminden… İlkeli hatipleri hatırlayalım, ketumlaştırılan, sözleri kısırlaştırılan… Ve babaları yazalım, çocuklarının rızkını temin edemeyenlerden, babaların hazin hüzünlerinden; ama yine de harama meyletmeyenlerden… Gülleri anlatalım, durmadan ölüm kokusu sunanlardan, bir de ağaçlar var durmadan dört mevsim siyah siyah bitkiler sunan… Ve fidanları hatırlayalım, toprağa gömülenlerden hani o dikilmeyenlerden… Ve kardeşleri unutmayalım, bölük bölük parçalananlardan…
Nasıl bir dünyada olduğumuzu dillendirelim ve gönlünü gömen dünyalıları… Yas devrini konuşalım o bize denk gelen, sadece bize mi rast gelen…
…
Tamam dedim kalbim, bu senin son halin, son tesellin şu sabır sükûtunda…
Sümbüllere, başaklara sorun kalbin erimesi nedir, nedendir diye, şu mutlak mağlubiyet kimin, dillendirsin insanlığın bu son demindeki şu son halini…
Çıkın şu dünyanın renkli biçimlerinden, kıyısından izleyin en azından, insanların insanlığa uzaklığını…
Ölüme yakınlık kadar kendimize uzaklığımız, mevtanın serüveni gibi, gönlümüzü yalayan yalancı şelale şu hayatlarımız aslında asıl…
Nasıl yaşıyoruz nasıl, kazandıkça bereketsiz ve hunharca…
Ah neyi duymadı ki işitsel metabolizma ve görme alemi neye tanıklık etmedi ki görmememiz gereken…
Kaç çocuk vuruldu, kaç bebek gömüldü, kaç kefen örüldü, kaç anne ağlarken avaz avaz görüldü… Kaç yetim üzüldü, kaç öksüz büzüldü, kaç kız çocuğu sebepsiz ah ü vah ü feryat ü figan, harap ü bitap görüldü… Görüldü, gömüldü, örüldü, üzüldü, büzüldü, taşlar bile halince mecalsiz… Ve biz ve ben ve sen sırra kadem basan, yiğitlikle ölçülemeyen, mertlikle payelenemeyen… Cürete heveslenemeyen, ihlasa bürünemeyen… Ben, sen biz, tüccar sofrasının ar ve ahsız son misafiri…
Dilimizde Somali, ruhumuz ve bedenimizse utanmaz bir edayla, soysuzluğun en büyük alametleriyle nişanlanarak yemekli masalarda ve o masaların azap teneşiri olduğundan bihaber o masalar sanal sayfalarımızda…
İnsan bihaber, dağlar halimize hicap meltemlerinde…
Ne yüce diyor, Rosa Luxemburg: Bütün dertleri tokların vicdanına yüklemek istiyorum…
Ah dertler… Ah toklar… Nasıl bir kavis bu gönül mahzeni…
Bereket mi kazanmış şu bizim şuursuzluk gürültüsü…
Bir çırpınış gerekli, küf tutan inançları, aşkla yeniden keşif, yeniden iman…
Yeni bulmuş, yeni fethetmiş gibi… Aşkı… Aşkın Peygamberini yaşamak…
…
.
.
.
… Ve en son susalım, İlahi hikmetle aşk risalesinde halsizliğimize hayret bürünelim… .