Kanunların ardındaki kanun

Elinde en keskin aletler, önünde en nadide ahşap… ama ortaya çıkan her eser, ruhunu kaybetmiş bir şekilden öteye geçmiyor. Usta bir zanaatkârın en büyük trajedisi, malzemesinin dilini anlamadan, ona kendi iradesini zorla dayatmaya çalışmasıdır. Çünkü her ahşabın bir hikâyesi, her taşın bir hafızası vardır. Usta, bu hikâyeyi dinleyendir; acemi ise kendi gürültüsüyle onu sağır edendir. Gözünün gördüğü kural başkadır, malzemenin ruhuna işleyen kanun başka.

Bu sahne ne kadar tanıdık, değil mi? Çoğumuz, hayat denen o nadide malzemenin karşısında duruyoruz. Durmaksızın yontuyor, planlıyor, zorluyoruz. Ama bir şeyler hep eksik kalıyor, bir ahenksizlik ruhumuzu kemiriyor. Çünkü biz de o acemi zanaatkâr gibi, görünen kurallara takılıp kalırken, varoluşun gizli gramerini, işleyişin ardındaki o sessiz kanunu gözden kaçırıyoruz.

Modern dünya bize sürekli "daha fazlasını yap" diye fısıldıyor; bitmeyen verimlilik hedefleriyle, sosyal medyanın zamanı öğüten hızıyla, yapay zekânın vaat ettiği anlık çözümlerle bizi gürültüye boğuyor. Oysa asıl mesele, zihne yeni bir numara öğretmek değil, idrakin kendisini yeniden akort etmektir. Dünyaya nasıl baktığın, dünyanın sana nasıl cevap vereceğini belirleyen o gizli anahtardır.

Peki, bu sessiz kanunu "nasıl" dinleyeceğiz? Bu dinleme eylemi, bazen bir anlık sükûtta, bazen bir tohumun çatlayışını sabırla izlemekte, bazen de kadim metinlerin fısıltılarında kendini gösterir. O, kâinatın ritmidir. Onu anlamaya başladığınızda, sürekli akıntıya karşı kulaç atma hissi yerini bir akışa bırakır.

Elbette bu, hayatın fırtınalarına veya önümüze çıkan çürük malzemeye karşı miskin bir kabulleniş değildir. Aksine, uyum sağlamak, en bilgece eylem biçimidir. Fırtınayla savaşan denizci boğulur; fırtınanın rüzgârını yelkenini doldurmak için kullanan ise limana varır. Uyum, pasiflik değil, gerçeğin doğasını anlama ve enerjiyi ona karşı değil, onunla birlikte kullanma sanatıdır.

Bu noktada, "zorlama" ile "disiplin" arasındaki o ince çizgiyi de fark etmek gerekir. Tarihin büyük zaferleri de bu sırrı fısıldar. Bugün milletçe idrak ettiğimiz, 30 Ağustos Zafer Bayramı’nın ardındaki ruh gibi; o zafer, körü körüne bir taarruz değil, sabırla demlenmiş bir stratejinin ve doğru anı bekleme erdeminin eseridir. Bu, "coğrafyanın dilini anlamak"tır. Kocatepe’nin kayalıklarını, Sakarya’nın kıvrımlarını bir haritadan öte, adeta bir canlı varlık gibi okuyabilen bir stratejik idraktır bu. Aceminin nobran zorlaması ile ustanın sabırlı disiplini arasında dağlar kadar fark vardır. İlki egonun kaba gücüdür, ikincisi ise iradenin zarafeti.

Istırabı güce tebdil etme sanatı da burada başlar. Her acı bir davettir. Her yenilgi, bir simya potansiyeli taşır. Anlar, bizi yok etmek için değil, içimizdeki kurşunu altına dönüştürmek için vardır. Gelecekteki benliğinin kimliğine bürünmek, o kimliğin gerektirdiği duruşu bugünden kuşanmak, fırsatları bir mıknatıs gibi kendine çekmenin en derin sırrıdır.

Şimdi o kadim soruyu sorma vakti: Ya hayat, irademizle bükmeye çalıştığımız soğuk bir demir değil de, ritmine teslim olduğumuzda bizi hayallerimizin ötesine taşıyan ilahi bir ezgiyse?

Belki de hayatın sırrı, ona hükmetmeye çalışmakta değil; onunla birlikte akmayı öğrenmektedir.

Ve belki de asıl ustalık, o ezgiyi duymaya hazır bir kulak ve ona eşlik edecek cesur bir yürekle yürümektir.