Kasko yahut muska

Bugün, tedbirlerin en üst seviyede alındığı, her adımın bir plan dâhilinde atıldığı, en ufak ihtimalin dahi göz ardı edilmediği bir çağda yaşıyoruz. Her eylemi bir zincirin halkası gibi düşünüyor, her zincir halkasını birbirine bağlayan bir neden-sonuç ilişkisiyle değerlendiriyoruz. Artık hepimiz, gözlerimizde determinist bir bakışla hareket ediyoruz; bir olayın ardındaki sebep ve onun olası sonuçlarını hesaplayarak, dünyayı bir laboratuvar gibi inceleyip kendi çıkarımlarımızı çıkarıyoruz. Pandemiden sonra ise, benliklerimizde dev bir dönüşüm yaşandı; kendimizi birer aynada görmektense, her şeyi kendimize birer yansıma olarak görmeye başladık. Her olayın gölgesinde, hep kendimizi aradık, hep kendi egomuzun derinliklerinde kaybolduk. Kendi dünyamızın merkezine bir yıldız gibi parlayan benliğimizi koyduk ve buna da “tedbir almak” adını verdik.

Bu dönüşüm, aslında kökenini çok daha eski bir zaman diliminde buluyor. Aile yapısının geniş dairesinden çekirdek ailenin dar, kapalı alanına geçişle başladı bu hikâye. Sınırsız özgürlük hayaliyle yükselen, “Ben özgür bir bireyim!” narası, bizi bir anda sisteme tutsak etti. Hepimiz, aniden Cesur Yürek filmindeki Mel Gibson’a dönüştük; “Liberta!” diye bağırarak özgürlüğümüzü ilan etmeye çalıştık, ama farkında olmadan, kendimizi en köleleşmiş hallere sürükledik. O özgürlük mücadelesinin zaferini, bir İngiliz kültürüne teslim olduktan sonra ilan ettik. Zihnimizdeki kalıplar, bizi özgürleştireceğini sandığımız düşünceler, aslında bizi daha da daraltıp, kilitleyen prangalar haline geldi.

Bireysel özgürlüğümüzü savunarak, birbirimize tahammül edemediğimiz bir dünyaya dönüştük. Oysa bu özgürlük, gözlerimizin önünde içi boşaltılmış bir kültüre dönüştü. Her şeyimizi, kendimize ait olmayan her şeyi, aslında bizim olmayan ama bir şekilde bizimmiş gibi sahip çıktığımız bir dünyada bulduk kendimizi. Yaşadığımız evler, bindiğimiz arabalar, giydiğimiz giysiler, hatta konuştuğumuz dil... Tüm bunlar, bize ait olmayan bir çerçevenin içinde şekillenmiş, birer yansıma olmaktan başka bir şey değildi.

İçinde yaşadığımız betonlaşmış, büyüme çabasındaki dünyada, kültürümüz, fast food haline gelen bir yaşam biçiminin ezici baskısıyla yozlaştırılmaya devam ediyor. Mahalleler betonla dolup taşarken, mahalle kültürü yerini apartmanlara, yalnızlığa terk etti. Tüm bu yozlaşma, medeniyet maskesiyle gizlenmiş ve biz, bu maskenin arkasında kaybolan gerçekleri fark etmekte geciktik. Bir kavramdan diğerine sürüklendik, her birinin içi boşaldı, her biri birer maske, birer yanılsama haline geldi.

Bir zamanlar geleceğe dair umutla bakan gözlerimiz, şimdi kaygı ve tedirginlik içinde buldu kendini. O tedirginlik, yaşamın içinde derinleşen bir yara halini aldı. Sınav sonuçlarına göre şekillenen bir hayat, stres nöbetleriyle geçirdiğimiz gecelere dönüştü. Sonunda, bir terapistin odasında bulduk kendimizi ama bir türlü huzuru, dinginliği ve gerçeği bulamadık. Kendisini kaybetmiş bir insan, hep kaybettiği şeyi arar. O yüzden hep tedirgin, hep bir eksiklik hissiyle doluyuz. Yabancılaşmış, kaybolmuş ruhlarımız, ne yapacaklarını bilmeden, varlıklarını anlamlandırmaya çalışıyor.

Ve bütün bunlar, bir başka "tedbir"in de ortaya çıkmasına sebep oldu: Kasko, sigorta, muska... Bütün bu tedbirler, yalnızca korkularımızın ifadesi, güven arayışımızın dışsal bir yansımasıydı. Yavaş yavaş sistemin sunduğu her güvence, bizim tedirginliklerimizin somutlaştırılmış hali oldu. Bir ürünün garanti süresini uzatmak, bir evin sigortasını yaptırmak, bir arabayı kaskolamak… Bunlar, aslında kendimize olan güven eksikliğimizin ve tedirginliğimizin birer yansımasıydı. Kendimize itiraf edemesek de, ruhlarımızın derinliklerinde biliyorduk ki, bunlar sadece birer korkunun dışa vurmuş şekilleriydi.

Sonra, bir halk deyişi olarak yerleşen “Kapını kilit tut, komşunu hırsız tutma!” cümlesi, ne yazık ki bizim gerçeğimiz haline geldi. Bu cümle, bir savunma mekanizmasıydı, bir öngörüydü, ama gerçek bir çözüm değildi. Zihnimizin derinliklerinde, biz kendimizi korumaya çalıştıkça, toplumun güvenliğini, doğayı, birbirimizi kaybettik. Her şeyin kaskoya, sigortaya, muskaya sığdığı bir dünyada, insanın en değerli varlığı olan iradesi, adeta yok sayıldı.

İnsan, kendi iradesini dışsal bir varlığa devrederken, bir anlamda ruhunu teslim ediyordu. Muska, eski bir gelenekten bugüne taşınan, bir güvence arayışının sembolüydü. Ama aslında, bir anlamda özgürlüğün ve güvensizliğin ipotek altına alınmış haliydi. İnsan, kendi içsel gücünü dışarıya teslim ederken, sadece korkularını rahatlatmaya çalışıyordu. Muska, bir koruma, bir kurtuluş arayışıydı; ancak o, kendi içsel gücünü kaybetmiş bir bireyin avuntusuydu. Muska kadim gelenekten gelen bir olgu iken bugün modern toplumların muskası ise kasko oldu.

Sonuçta, tedbir almak, tedirginliğimizin bir sonucu olarak hayatımıza girdi. Ve bu tedbirler, her geçen gün bizi daha fazla tedirgin eder hale geldi. Çünkü her tedbir, aslında bir korkunun, bir kaybın habercisiydi. Güvenliği ararken, özgürlüğümüzü kaybettik. Oysa belki de özgürlük, bir şeyleri kaybetmekten korkmadan, sadece kendi içsel gücümüze güvenmekte saklıydı. Ama biz, kaybetmekten korkarak, her şeyin sigortasını yaptık, her şeye kasko yaptırdık. Fakat nihayetinde, hiç bir güvence, gerçek güveni getiremedi. Çünkü gerçek güven, içimizde kaybettiğimiz hakikati yeniden bulmakla mümkün olacaktı. Vesselam.