Trend

Kibri Tedavi Etmenin ve Tevazu Sahibi Olmanın Yolu

Kibir, helâk eden şeylerdendir. Kibirden tamamen kurtulan hiçbir insan yoktur. Kibri sökmek farz-ı ayndır. Kibir, sadece temenni ile sökülmez. Tedavi ile, kökünü kesen ilaçları kullanmakla kesilir. Kibri tedavi etmekte iki yol vardır: Birinci yol, kibrin temelini dipten kaldırmak, ağacını kalpteki kökünden söküp atmaktır. İkinci yol, ârızî olan kibri, insanın başkasına karşı kibirlendiği özel sebeplerde bertaraf etmektir. (Gazali, İhya)

Birinci Yol

Bu yol, kibrin kökünü kazımak hususundadır. Bu yolun ilacı, ilmî ve amelî olmak üzere iki kısımdır. Şifa ancak bu iki ilacı birden kullanmakla mümkündür. İlmî ilaca gelince, o ilaç, kişinin hem nefsini, hem de rabbini tanıması demektir. Kibri kazımak hususunda bu irfan kişiye yeter; zira kişi, hakkıyla nefsini tanıdığı zaman, her zelilden daha zelil, her azdan daha az olduğunu anlar.. Kendisine zillet ve tevazudan başka hiçbir şeyin yakışmayacağını da anlar. Rabbini tanıdığı zaman, azamet ve kibriyanın ancak Allah'a layık olduğunu bilir. Rabbini, O'nun azamet ve mecdini bilmeye gelince, bu husustaki söz oldukça uzar. Bu mükaşefe ilminin son noktasıdır.

Kişinin nefsini bilmesine gelince, bu da oldukça uzar. Fakat biz bu hususta tevazu ve güzelliği elde etmekte faydalı olan miktarı zikredeceğiz. Kişiye Allah'ın Kitabı'ndaki bir tek ayetin manasını anlamak kafidir. Çünkü Kur'an'da basireti açık bir kimse için öncekilerin ve sonrakilerin ilmi mevcuttur.

Kahrolası insan, ne kadar da nankördür! Allah onu hangi şeyden yarattı? Bir nutfeden (meniden). Onu yarattı, ona biçim verdi. Sonra ona yolunu kolaylaştırdı. Sonra onu öldürdü de kabre gömdürdü. Sonra dilediği vakit onu tekrar diriltecektir.(Abese/17-22)

İşte bu ayet-i celîle, insanoğlunun yaratılışının öncesine ve varacağı yerin sonuna ve ortasına işaret ediyor. İnsan bunu dikkatle izlesin ki ayetin manasını anlamış olsun!
İnsanın öncesine gelince, insan anılacak birşey değildir. Yokluk içinde nice asırlar durdu. Hatta onun yokluğunun öncesi yoktur. Acaba mahvolmaktan ve yokluktan daha hasis birşey var mıdır? İnsanoğlu da böyle idi. Sonra Allah onu şeylerin en mebzulünden (topraktan) yarattı. Sonra şeylerin en pisinden (meniden) meydana getirdi; zira Allah onu topraktan, meniden, kan pıhtısından, bir çiğnem etten yarattı. Sonra bir yığın kemik yaptı. Sonra kemiğe et giydirdi. İşte insanoğlunun varlığının başlangıcı anılacak birşey olacağı andan itibaren budur. Bu bakımdan insanoğlu ancak vasıfların en hasisi üzerinde olduğu an anılacak birşey oldu; zira insanoğlu yaratılışının başlangıcında kamil ya-ratılmadı. Allah Teala onu hareketsiz bir ölü olarak yarattı. Duymaz, görmez, hissetmez, kıpırdamaz, konuşmaz, çalışmaz, idrak etmez ve bilmezdi. Bu bakımdan hayatına önce ölümüyle başladı. Kuvvetinden önce zafiyetiyle, ilminden önce sağırlığıyla, konuşmasından önce dilsizliğiyle, hidayetinden önce dalaletiyle, zenginliğinden önce fakirliğiyle, kudretinden önce acizliğiyle başladı.İşte bu, Allah Teala'nın şu ayetlerinin manasıdır:
Onu yaratan hangi şeyden yarattı? Onu yarattı ona biçim verdi!(Abese/17-18)

İnsanın üzerinden, henüz kendisinin anılan birşey olmadığı uzun bir süre geçmedi mi? Doğrusu biz insanı denemek için karışık bir nutfeden yarattık da onu işitici, görücü yaptık.(İnsan/1-2)

Böylece Allah Teala, önce insanı yarattı. Sonra ona minnet etti. Sonra ona yolunu kolaylaştırdı.(Abese/20)

Bu ayet-i celîle insanoğlu için hayatı boyunca kolaylaştırılan şeylere işarettir.
Doğrusu biz insanı denemek için karışık bir nutfeden yarattık da onu işitici, görücü yaptık. Biz ona yolu gösterdik. (O) ya şükredici veya nankör olur.(İnsan/2-3)

Ayetin manası şu demektir: İnsan cemad ve ölü olduktan sonra Allah onu diriltti. Birinci derecede toprak, ikinci derecede meni iken Allah Teala ona hayat verdi. Sağır olduktan sonra ona dinleme aletini, gözü yokken ona göz, zafiyetten sonra ona kuvvet, cehaletten sonra ona ilim verdi. Azalarını, içindeki acaipliklerle ve alametlerle beraber yok iken var etti. Fakirlikten sonra zengin kıldı. Açlıktan sonra doyurdu. Çıplaklıktan sonra giydirdi. Dalaletten sonra hidayet etti. Dikkat et! Allah onu nasıl devirlerden geçirdi! Ona nasıl sûret verdi. Onun için yolu nasıl kolaylaştırdı ve yine insanın tuğyanına dikkat et ki insan ne kadar da nankördür. İnsanın cehaletine dikkat et ki o cehaleti nasıl belirtiyor!

İnsan, bizim kendisini nasıl bir nutfeden yarattığımızı görmedi mi ki şimdi apaçık bir hasım kesildi?(Yasin/77)

O'nun ayetlerinden biri sizi topraktan yaratmasıdır. Sonra da siz insan olarak çoğalıp yayılıyorsunuz!(Rûm/20)

Bu bakımdan Allah'ın insanoğluna bahşettiği nimetlerini dikkatle izle! Onu zillet, kıllet, hisset ve pislikten nasıl bu yücelik ve keramet mertebesine nakletmiştir? O, yokluktan sonra nasıl var olmuştur! İnsanoğlu haddi zatında birşey değildir. Acaba birşey olmayandan daha hasis birşey tasavvur edilebilir mi? Katıksız yokluktan daha değersiz birşey olabilir mi? Sonra insanoğlu Allah'ın kudretiyle mevcud birşey oldu. Ondan önce Allah (c.c) insanoğlunu ayaklarla çiğnenen zelil topraktan yarattı. Katıksız yokluktan sonra da necis olan meniden yarattı ki insan, zatının hasisliğini tanımış olsun ve böylece nefsini de tanısın! Allah Teala, insana kemal derecesinde nimet verdi ki rabbini, O'nun azamet ve celalini tanısın! Kibriyanın (büyüklüğün) ancak o yüce Allah'a layık olduğunu bilsin! Bunun için de ona minnet ederek şöyle buyurmuştur:

Biz ona vermedik mi iki göz, bir dil ve iki dudak! Bir de ona (hak ve batıl) iki yol gösterdik!(Beled/8-10)

İnsanoğlunun başlangıcındaki hissetini tarif ederek şöyle buyurmuştur.
İnsan başıboş bırakılacağını mı sanır? Kendisi dökülen meniden bir nutfe değil miydi? Sonra kan pıhtısı oldu da (Allah onu) yarattı! Derken (insan) biçimine koydu.(Kıyamet/36-38)

Bundan sonra Allah Teala insanoğlunun üzerindeki nimetini zikrederek şöyle buyurmuştur:
Ondan iki çifti; erkeği ve dişiyi var etti. Bunları yaratan, ölüleri diriltmeye kadir değil mi?(Kıyamet/40)

O meniden erkek ve dişi iki eş yarattı ki üremek suretiyle insan varlığı devam etsin! Nitekim insan varlığının başlangıcı bu ise, onun durumları böyle ise, öyle bir kimseye haddini aşmak, kibir ve gurura kapılmak, böbürlenmek ne gerek? O kimse hakikatte hasislerin en hasisi, zayıfların en zayıfıdır. Fakat böbürlenmek, hasis kimsenin adetidir. Hasisliğinden yüceldi mi burnu büyür, büyüklük taslar. Bu da öncesinin hasisliğine delalet etsin diye böyle olmuştur. Günahtan dönüş ve ibadete yöneliş ancak Allah'ın kuvvet ve kudretiyledir.

Evet! Eğer Allah Teala, insanoğlunu kemal derecesine getirip onun işini ona havale etse, onun ihtiyarıyla varlığını devam ettirse, insanın tuğyan etmesi, başlangıç ve sonucunu unutması mümkündür. Fakat Allah Teala varlığın devamında çeşitli afetleri, acı balgam, yel ve kandan mürekkep olan zıt unsurları (elementleri) ona musallat kılmıştır. Onların bazısı, onun cüzlerinden bir kısmını istese de istemese de yıkar. O, ister istemez acıkır. İster istemez susar. İster istemez hastalanır. İster istemez ölür. Nefsine ne bir fayda, ne de bir zarar veremez. Ne şer, ne de hayr getirebilir. Bilmek ister, cahili olur. Almak ister, unutur. Bir şeyi unutmak ister bir türlü unutamaz. Kalbini, kendini ilgilendiren şeye çevirmek ister, vesveselerin içine dalar. Kısacası kalbine, nefsine sahip olamaz. Birşeyi ister, oysa çoğu zaman o şey helak eder. İlaçlardan tiksinir, oysa ilaçlar ona fayda verirler. Gece ve gündüzün bir lahzasında kulak ve gözünün dumura uğramasından, azalarının felç olmasından, aklının gitmesinden, ruhunun çıkıp uçmasından emin değildir. Dünyasında sevdiği herşeyin kendisinden alınmasından emin değildir. Bu bakımdan insan mecbur ve zelil bir yaratıktır. Eğer terkedilirse devam eder. Eğer götürülürse yok olur. Başkasının da hiçbir şeyine gücü yetmez. O halde insandan daha zelîl ne olabilir? Keşke insan nefsini tanımış olsaydı! Eğer cehalet olmasaydı kibrin nefsine yakışmayacağını fark ederdi. İşte insanoğlunun durumlarının normali budur. Bu bakımdan insanoğlu bunu düşünmelidir. İnsanoğlunun akibeti ve varacağı nokta ise şu ayetle işaret edilen ölümdür:
Sonra onu öldürdü de kabre koydu. Sonra dilediği vakit onu tekrar diriltecek!(Abese/21-22)

Âyetin manası, Allah insanın ruhunu, kulağını, gözünü, ilmini, kudretini, hissini, idrak ve hareketini insandan alacaktır. İnsan başlangıçta olduğu gibi cansız bir şeye dönüşecektir. Onun sadece azalarının şekil ve sureti kalır. Onda his ve hareket diye birşey kalmaz. Sonra toprağa konur. Bundan sonra necis, pis kokulu bir leş olur. Nitekim başlangıcında da tiksinilen bir meni olduğu gibi... Sonra azaları çürür. Parçaları birbirini bırakır. Kemikleri parçalanıp toprağa dönüşür. Kurtlar parçalarını yer. Onun iki göz bebeğinden başlayıp onları çanaklarından çıkarırlar. Diğer azalarını da yerler. O kurtların kursağında pisliğe dönüşür. Öyle bir leş olur ki hayvanlar bile ondan kaçar. Her insan ondan tiksinir. Kokunun şiddetinden ondan kaçar. Onun en güzel hali, ilk aslına dönüşmesidir. Bu bakımdan o, kendisinden testiler ve küpler yapılan toprak olur. Ondan binalar inşa edilir. Var olduktan sonra yok olur. Öyle bir duruma gelir ki sanki dün hiç yokmuş gibi paramparça olur. Uzun bir zaman, başlangıcında olduğu gibi kalır. Keşke bundan sonra da kalsaydı. Eğer o toprak olarak bırakılsaydı ne iyi olurdu. Hayır! Toprak olarak bırakılmaz. Aksine uzun zaman çürümüş kaldıktan sonra rabbim onu diriltecek, ona belanın şiddetini tattıracaktır. Onun darmadağın olan parçaları bir araya geldikten sonra kabrinden kıyametin dehşetlerine doğru gitmek üzere çıkar. O kıyameti seyreder. Paramparça olmuş ve delinmiş bir göğü, değiştirilmiş bir arzı, yerinden yürütülmüş dağları, küme küme düşen yıldızları, simsiyah kesilen güneşi, kapkaranlık halleri, şiddetli ve katı melekleri, alev alev yanan cehennemi, mücrimlerin kendisine bakıp da hasret çekeceği cenneti seyreder. Dağılmış sahifeler görür. Ona 'Kitabını oku!' denilir. O, kitabına işaret ederek 'Bu nedir?' diye sorar. Ona 'O hayatın ki onunla seviniyor, onun nimetleriyle böbürleniyor, sebepleriyle iftihar ediyordun. Orada iki melek seni kontrole memur edilmişti. Senin konuştuğunu veya yaptığını, az veya çok, büyük ve küçük, yemek ve içmek, oturmak ve kalkmaktan ibaret olan her şeyini yazarlardı. Sen onu unutmuşsun fakat Allah onları teker teker senin yüzüne vuracaktır. Bu bakımdan hesaba gel! Cevaba hazırlan veya azap evine sevkolunacaksın!' denir.

Böylece o hitabın korkusundan kişinin kalbi paramparça olur. Hem de sahifesi açılmadan ve oradaki rezaletlerini görmeden önce bu duruma düşer. Sahifeyi gördüğü zaman şöyle der: 'Vay halimize! Bu kitaba ne oluyor ki küçük büyük birşey bırakmaksızın
hepsini sayıp dökmektir!' İşte insanoğlunun işinin sonucu budur. Bu da şu ayetin manasıdır: 'Sonra dilediği vakit onu tekrar diriltecek' (Abese/22). Acaba hali bu olan bir kimsenin gurur ve büyüklükle ne işi vardır? Hatta birtek lahza bile olsa nasıl sevinebilir? Hele haddini aşmak, hele zalimlik yapmak... (bunlar hiç de ona yakışmaz!)
İşte onun halinin başı ve ortası belli oldu. Eğer halinin sonu belli olursa ki onun dehşetinden Allah'a sığınırız, çoğu zaman köpek veya domuz olmasını temenni eder ki hayvanlarla beraber toprak olup gitsin, Allah'ın kitabını dinleyen ve azaba atılan bir insan olmasın! Eğer insan Allah nezdinde ateşe müstehak ise, domuz ondan daha şerefli, daha güzel ve daha yücedir; zira domuzun öncesi toprak, sonu da topraktır. Domuz, hesap ve azabdan kurtulmuştur. Köpek ve domuzdan halk kaçmaz. Eğer dünya ehli günahkar kulu ateşte görürlerse, onun ateşteki hilkatinin vahşetinden, suretinin çirkinliğinden derhal ölürlerdi! Eğer onun kokusunu hissetseler pis kokusundan ölürlerdi. Eğer onun içtiği şaraptan bir damla dünya denizlerine dökülse, dünya denizleri leşten daha pis kokulu olurdu. Bu bakımdan sonuçta hali bu olan bir kimse, -Allah'ın affetmesi müstesna ki Allah'ın affetmesi de şüphelidir- nasıl sevinir, haddini aşar? Nasıl gururlanır, zulmeder? Nasıl nefsini birşey olarak görür de faziletine inanır? Acaba cezaya müstehak olan bir günah işlemeyen hangi kul vardır? Ancak kerîm olan Allah affederse o başka! Allah'ın kereminden ve Allah hakkındaki hüsn-i zandan dolayı Allah'tan bu af umulur. Kuvvet ancak Allah'tandır!

Acaba bir sultana karşı cinayet işlemiş, bin sopa yemeye müstehak olmuş, hapse tıkılmış, çıkarılıp halk huzurunda cezasının tatbik edilmesini bekleyen, bağışlanıp bağışlanmayacağını bilmeyen bir kimsenin hapishanedeki zilleti nasıl olur ve bunu nasıl görüyorsun? Acaba bu adamın hapishanedekilere karşı gururlanacağını sanıyor musun? Oysa hiçbir günahkar kul yoktur ki dünya onun hapishanesi olmasın ve o, Allah'ın azabını haketmiş olmasın ve sonucun ne olacağını bilmemiş olmasın! İşte bu durum, o kula üzüntü bakımından yeter, korku ve zillet bakımından kafi gelir, işte kibrin kökünü söken ilmî ilaç budur.

Amelî ilaca gelince, o bilfiil Allah'a tevazu göstermektir. Diğer yaratıklara ise, daha önce salihlerin ve Hz. Peygamber'in ahvalinden hikaye ettiğimiz gibi mütevazi olmaktır.
Hz. Peygamber toprak üzerinde oturur, yemek yer ve şöyle derdi: 'Ben ancak kulum. Kulun yediği gibi yerim'.72

Selman-ı Farisî'ye 'Neden yeni bir elbise giymiyorsun?' denildi. Cevap olarak 'Ben ancak köleyim. Âzad edildiğim gün yeni elbise giyeceğim!' dedi. Selman, bu sözüyle ahiretteki azad edilmesine işaret etmiştir. Marifetten sonra tevazu, ancak amelle hasıl olur.
Bu sırra binaen Allah ve Hz. Peygamber'e karşı böbürlenen Araplar, iman etmekle beraber namaz kılmakla emrolundular ve denildi ki: 'Namaz dinin direğidir!' Namazda birtakım sırlar vardır. O sırlardan ötürü dinin direği olmuştur.

O sırlardan olarak Allah'ın huzurunda ayakta el bağlamak, rükûa varmak ve secde etmek suretiyle tevazu göstermektir. İslam'dan önce Araplar, eğilmeyi horluk telakki ederlerdi. Onlardan birinin kamçısı yere düştüğü zaman, onu almak için bile eğilmezdi. Papucunun bağı kopar, onu bağlamak için başını eğmezdi.

Hakim b. Hizam73 der ki: 'Hz. Peygamber'e ancak secdeye ayakta varmak suretiyle biat etmiştim'. Hz. Peygamber de onun bu şekildeki biatini kabul etti. İslam'ın hikmetini anladıktan sonra, imanı kemale erdi. Secdeye varmak Arapların nezdinde zillet ve alçaklığın en son derecesi kabul edildiğinden onların kibri kırılsın, gururları kökünden sökülsün ve tevazu kalplerinde yerleşsin diye secde etmekle emrolundular ve aynı zamanda bütün insanlar da secde etmekle emrolundu; zira rükû, secde, ayakta elpençe divan durmak, tevazunun gereği olan amellerdir. Böylece nefsini tanıyan, kibrin gerektirdiği bütün fiilleri süzmeli ve onun zıddına devam etmelidir ki tevazu onun için tabiî bir ahlak olsun. Çünkü kalpler, güzel ahlakları ancak ilim ve amelin birleşmesiyle elde
ederler. Bunun hikmeti, kalp ile organların arasındaki gizli bağın, mülk (madde) alemiyle melekût (mana) aleminin arasındaki bağlantının sırrı içindir. Kalp ise melekût alemindendir.

İkinci Yol

Bu yol daha önce zikredilen yedi sebepten doğan kibirle ilgilidir. Biz Cah'ın Zemmi bölümünde de hakikî kemalin ilim ve amel olduğunu zikretmiştik. Bunun dışında kalan ve ölümle yok olan kemal ise hayalî bir kemaldir. Bundan dolayı alim kişiye gururlanmak zor gelir. Fakat biz bütün o yedi sebep hakkında ilim ve amelden mürekkeb olan tedavi yolunu zikredelim:

Birinci Sebep: Birinci sebep, neseble mağrur olmaktır. Bu bakımdan neseb cihetinden gururlanan bir kimse kalbini, iki şeyi bilmekle tedavi etmelidir: O şeylerden birincisi, bu gururu, başkasının kemaliyle gururlanmak olduğu için cehaletin ta kendisidir ve şöyle denilmiştir.

Eğer ben şeref sahibi ecdad ile öğünürsem, doğru söylemiş olurum. Fakat o ecdadların doğurdukları ne kötüdür!

Bu bakımdan neseble mağrur olan haddi zatında kötü sıfatlara sahip ise, onun çirkinliği başkasının kemaliyle nasıl örtülebilir? Hatta nisbet edildiği kimse, eğer hayatta olsaydı, ona şöyle diyecekti: 'Fazilet benimdir! Sen kimsin? Sen, ancak benim sidiğimden yaratılmış bir böceksin!' Acaba bir insanın sidiğinden yaratılmış bir böceğin, atın pisliğinden yaratılmış böcekten daha şerefli olduğunu zanneder misin? Heyhat! Ne uzak bir ihtimal! Onların ikisi eşittirler. Şeref, böceğin değil insanındır.

İşlerin ikincisi, hakikî nesebini tanımasıdır. Bu bakımdan babası ve dedesini tanımış olur. Çünkü kişinin yakın babası, necis olan bir meni damlası, uzak dedesi ise zelîl bir topraktır. Oysa Allah Teala, insanoğluna nesebini tanıtarak şöyle buyurmuştur:
O'dur ki herşeyin yaratılışını güzel yaptı ve insanı yaratmaya çamurdan başladı. Sonra insanın neslini bir özden, hakir bir sudan (meniden) yaptı.(Secde/7-8)

Bu bakımdan, aslı zelil ve ayaklarla çiğnenen bir toprak olan, sonra çamuru kokmaya yüz tutan, balçık oluncaya kadar yoğrulan bir kimse nasıl gururlanır? Oysa nisbet edildiği şey, şeylerin en hasisidir; zira şöyle denilir: 'Ey topraktan daha zelîl! Ey balçıktan daha pis kokulu! Ey kan pıhtısından daha necis!' Eğer kişinin babasından olması, topraktan olmasından daha yakın ise, biz deriz ki: 'Uzak ile değil, yakın ile iftihar et. Çünkü meni ve et oluşu kişiye, babasından daha yakındır. Bu bakımdan kişi bununla nefsini hakir saymalıdır. Sonra eğer bu yakınlıktan dolayı bir yücelik gerekiyorsa, en yüce babası topraktandır. O halde yüceliği nereden gelir? İnsanoğlunun yüceliği olmadığı zaman evladına yücelik nereden geliyor? İnsanın aslı toprak ve menidir. Öyle ise ne insanın aslı, ne de faslı vardır. Bu ise neseb hasisliğinin en son derecesidir. Bu bakımdan aslı, ayaklarla çiğnenir, faslından ise bedenlerin yıkanması gerekir. İşte insanoğlunun hakikî nesebi budur! Bunu bilen neseble gururlanmaz, kişinin bu bilgiden ve hakikî aslının yüzünden perde kalktıktan sonraki misali, tıpkı şu kişinin misaline benzer ki Benî Haşim soyundan (Hz. Peygamber'in soyundan) geldiğini anne ve babasından işitmiş, dolayısıyla kendisinde şeref gurur vardır! Fakat sözlerinden şüphe edilmeyen adil bir cemaat kendisine, hacamat yapan, pisliklerde çalışan Hindli bir kimsenin oğlu olduğunu haber verir ve bu husustaki düşüncesini alt-üst ederler. Onların vesikalı beyanlarının doğruluğunda şek ve şüphesi kalmaz. Acaba böyle bir kimseye verilen bu haberin onun nesebden gelen gururunun zerresini dahi bırakacağını sanır mısın?

Hayır! Aksine bu kişi kendi nefsinde insanların en hakîri ve en zelîli olur. O, hasisliğinden ötürü, sezdiği mahcubiyetten o kadar meşguldür ki, başkasına karşı mağrur olmaya artık imkanı yoktur. İşte bu hal, basireti açık bir kimsenin, aslını düşündüğü, meniden ve topraktan olduğunu bildiği zamanki halidir; zira eğer babası, toprak taşıyan veya hacamat yoluyla kan alan veya başka işlerde çalışan bir kimse ise bununla nefsinin hasisliğini bilmiş olur. Çünkü babasının azası, toprakla kana temas etmektedir. Acaba nefsinde topraktan, kandan ve tiksindiği kirli şeylerden mevcut olduğunu bildiği zaman, nasıl bunu bilemez?

İkinci Sebep: İkinci sebep, güzellikle mağrur olmaktır. Bunun tedavisi, akıllı kimselerin baktığı gibi, iç alemine bakmasıdır. Hayvanların bakışı gibi zahirine bakmamalıdır. Kişi iç alemine baktığı zaman kendisini zahirî güzelliğiyle mağrur olmaktan alıkoyan o kadar çirkinlik görür ki sayısı hadde hesaba gelmez.İnsan, pisliği barsaklarında, sidiği mesanesinde, sümüğü burnunda, tükrüğü ağzında, kiri kulağında, kanı damarlarında, nemi derisinin altında, kötü kokusu koltuklarının altında olan bir varlıktır. Hergün bir veya iki defa pisliği eliyle yıkar, hergün bir veya iki defa içindeki pisliği çıkarmak için helaya gider. Öyle bir pislik ki eğer gözüyle görmüş olsaydı eliyle temas etmek veya kok-lamaya hacet kalmadan tiksinirdi. Bütün bunları necaset ve zilletini bilmesi için düşünmelidir. İşte bu, normal durumda olduğu haldir. İnsan, işin başlangıcında necasetlerden yaratılmıştır. Meniden, hayız kanından, necasetlerin mecrasından çıkarılmıştır; zira önce belden, sonra sidiğin mecrası olan yerden çıkmıştır. Sonra hayız kanının feyezan ettiği ana rahminden, sonra necasetin mecrasından çıkmıştır.

Enes (r.a) der ki: 'Ebubekir Sıddîk bize hutbe okuyor, nefislerimizi gözümüzden düşürmek için çirkinleştiriyor ve şöyle diyordu: 'Herhangi biriniz, sidiğin yolundan iki defa çıktı!'

Tavus, Ömer b. Abdülaziz'e şöyle dedi: 'Bu yürüyüş karnında pislik taşıyanın yürüyüşü değildir! Tavus, Ömer'in mağrur bir şekilde yürüdüğünü görünce bunu söylemiştir. Bu olay Ömer halife olmadan önce cereyan etti. İşte insanoğlunun öncesi ve sonrası budur. Eğer insan bedenini birgün yıkamadan kendi haline bırakırsa, ondan pis kokular ve necasetler gelmeye başlar. O, nefsine hiçbir zaman sahip çıkmayan ve başıboş olan dört ayaklı hayvanlardan daha pis kokulu ve daha necis olur. Bu bakımdan pisliklerden yaratıldığını ve pislikler içerisinde durdurulduğunu ve ölüp de tekrar diğer pisliklerden daha tiksindirici bir leşe döneceğini düşündüğü zaman, mezbelelikte biten çiçeklerin ve derelerin kenarında açılıp pırıl pırıl parladıkları bir anda, ansızın çer-çöp kesiliveren, esen rüzgarların önünde toz olup uçan çiçeklerin rengi gibi olan güzelliğiyle iftihar edip böbürlenmez. Nasıl böyle olmasın? Eğer kişinin güzelliği baki olup, o kişi bu çirkinliklerden uzak olsaydı, yine çirkine karşı böbürlenmemesi farz olurdu; zira çirkinin çirkinliği elinde değildir ki ondan dolayı övünsün! Nasıl böyle olmasın ki? Oysa güzelliğinin bekası da yoktur. O güzelliğin her an hastalık veya çiçek veya çıban veya herhangi bir sebeple yok olup gitmesi düşünülebilir. Nice güzel yüzler vardır ki bu sebeplerden dolayı bedleştiler. Bu bakımdan bu şeylerin bilinmesi, güzellikten ötürü kalbe gelen gurur hastalığını bu durumları düşünen kimse kökünden kazıyıp atar.

Üçüncü Sebep: Üçüncü sebep, kuvvet ve güçten ötürü gurura kapılmaktır. Kişiyi bu şekil gurura kapılmaktan, kendisine musallat kılınan illet ve hastalıkları bilmesi, elindeki bir damarın acıdığı takdirde her acizden daha aciz kesileceği, her zelilden daha zelîl olacağını takdir etmesi meneder ve yine eğer karasinek, kendisinden birşey aşırırsa, o şeyi sinekten kurtaramayacağını, eğer bir sivrisinek burnuna girerse veya bir karınca kulağına dalarsa, kendisini öldüreceğini veya bir diken ayağına batarsa kendisini aciz bırakacağını düşünmesi, kendisini bu gururdan kurtarır. Bir günün sıtmasını bir müddet boyunca düşünürse, gururundan vazgeçer. Bu bakımdan bir dikene güç yetiremeyen, bir sivrisineğe mukavemet edemeyen, nefsinden bir karasineği uzaklaştırmaya muktedir olmayan bir kimseye kuvvetiyle mağrur olmak yakışmaz. Sonra insanın kuvvetlisi, eşeğin, sığırın, filin, devenin kuvvetlisinden daha kuvvetli olamaz. Öyle ya, hayvanların senden ileride olduğu bir sıfatla nasıl mağrur olabilirsin?

Dördüncü ve Beşinci Sebep: Zenginlik ve malın çokluğundan gurura kapılmaktır. Dost ve yardımcıların çokluğu, sultanların saltanatlarıyla gururlanmak, onların yüzü suyu hürmetine imkan sahibi olmak da bu türdendir. Bütün bunlar insanın zatından hariç güzellik, kuvvet ve ilim gibi bir manadan ötürü gurura kapılmaktır. Bu gurur, gurur türlerinin en çirkinidir, zira malıyla gururlanan bir kimse, sanki atıyla, oturduğu eviyle gururlanır. Eğer atı ölür, evi yıkılırsa zelîl olur. Nefsinde bulunan bir sıfatla değil de sultanın kendisine sağlamış olduğu nüfuz ve imkanla gururlanan bir kimse de işini, çanaktan daha fazla kaynayan bir kalbin üzerine bina eder. Eğer o kalp onun aleyhine dönerse, bu sefer insanların en zelîli olur. Zatının dışında olan bir şeyle gururlanan kimsenin cehaleti apaçıktır. Nasıl böyle olmasın? Zira zenginlikle mağrur olan bir kimse, eğer düşünürse görecektir ki zenginlik, servet ve dünya süsünde kendisinden daha üstün olan yahudi vardır. O şeref ki yahudi senden önce ona nail olmuştur. O şeref ki bir lahzada hırsız bir kimse onu elde eder ve onun sahibi de iflas eden bir zelîl olur. O şerefe yuh olsun! İşte bunlar insanın zatında olmayan sebeplerdir. İnsanın zatında olan ve varlığının devamı insanın elinde olmayan ve ahirette insan için vebal ve azap olan şeylerle mağrur olmak cehaletin en son derecesidir. O halde dizgini sende olmayan birşey senin değildir! Oysa bu saydığımız şeylerin hiç birinin dizgini senin elinde değildir. Onların dizgini onları hibe edenin elindedir. Eğer o onları sana bırakırsa ne ala, eğer isterse onlar senin elinden gider. Sen ancak hiçbir şeye gücü yetmeyen bir kölesin. Bunu bilen bir kimsenin gururu elbette yok olur. Bunun misali, kuvveti, güzelliği, malı, hürriyeti, istiklali, evinin genişliği, at ve hizmetçilerinin çokluğu ile gaflete dalanın böbürlenmesidir. Bu böyle böbürlenirken iki adil şahid, insaflı bir hakimin yanına gelip onun filan adamın kölesi olduğuna, anne ve babasının da o adamın köleleri olduğuna şahidlik ederler. Hakimde bununla hükmeder. Bunun üzerine esas sahibi gelir, onu ve elindeki şeyleri alıp götürür. Bununla beraber o, sahibinin mallarında tefrite kaçtığı, sahibinin istemesine rağmen kusur edip sahibini tanımaya bir türlü yanaşmadığı için cezaya çarptırılmasından korkar. Sonra bu kul, kendisini bir evde hapsedilmiş olarak görür. Etrafının yılan, akreb ve çiyanlarla sarılmış olduğunu görür. O her durumda bütün bunlardan korkmaktadır. Öyle bir durumdadır ki ne nefsine, ne de malına hakimdir. Ne de hiçbir zaman kurtuluş yolunu bulabilir. Acaba hali böyle olan bir kimsenin kudret, servet, kuvvet ve kemaliyle böbürleneceğini veya nefsini zelîl edip tevazua yapışacağını mı sanıyorsunuz? İşte basiret sahibi ve akıllı kimsenin durumu budur. Çünkü o nefsini böyle görür. Ne boynuna, ne bedenine, ne aza ve ne de malına sahip değildir. Bununla beraber afetler, şehvetler, hastalıklar arasında kıvranmaktadır. Bunlar akrep ve yılanlar gibidir. Bunların kendisini helak etmesinden korkar. Hali böyle olan bir kimse kuvvet ve kudretiyle nasıl mağrur olabilir? Zira kuvvet ve kudretinin olmadığını bilmektedir!

İşte haricî sebeplerden dolayı gurura kapılmanın tedavi yolu budur. Böyle bir gururun tedavisi, ilim ve amelden gelen gururun tedavisinden daha kolaydır. Çünkü ilim ve amel kişinin nefsinde, iki kemal sıfatıdır. Onlarla kişinin sevinmesi uygundur. Fakat onlarla mağrur olmak da -ilerde zikredeceğimiz gibi- cehaletin gizli bir çeşididir.

Altıncı sebep: Altıncı sebep ilimden dolayı gurura kapılmaktır. Bu, afetlerin en büyüğü, hastalıkların da en galibidir. Tedaviyi uzun bir çalışma ve yorucu bir zahmetten sonra da kabul etmekten en uzağıdır. Bu hastalığın hikmeti şudur: İlmin kıymeti Allah'ın nezdinde büyüktür. İnsan nezdinde de büyüktür. Mal ve güzellik ve başka şeylerden de daha büyüktür. Hatta mal ve güzelliğin büyüklüğü, eğer beraberinde ilim ve amel varsa sözkonusu olur.

Bunun için Ka'b'ul-Ahbar şöyle demiştir: 'Muhakkak malın tuğyanı gibi ilminde tuğyanı vardır'. Hz. Ömer de şöyle demiştir: 'Âlim kişi kaydığı zaman onun kayışıyla beraber bir alem kayar'. Bu bakımdan Allah nizamında ilmin faziletini açıkça belirten hükümlerin çokluğundan dolayı cahile nisbeten alim kişi nefsini bü-yütmekten aciz kalır. Alim kişi ancak iki şeyi bilmek suretiyle gururu nefsinden uzaklaştırabilir.

Bir

Bilmelidir ki Allah'ın ilim ehline karşı hücceti daha kuvvetlidir. Onda biri için alim kişinin özrünü kabul etmediği hataların özrünü, cahilden kabul eder. Çünkü ilminden ötürü, Allah'a isyan eden bir kimsenin suçu daha fahiştir; zira böyle bir kimse Allah'ın ilim hususunda kendisine vermiş olduğu nimetin hakkını eda etmemiştir. Bunun için Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

Kıyamet gününde alim kişi getirilir, cehennem ateşine atılır. Barsakları dökülür. Değirmeni çeviren merkep gibi o barsaklarının etrafında döner. Cehennemlikler onun etrafında gezerek kendisine şöyle sorarlar: 'Sana ne oldu?' Cevap olarak der ki: 'Ben dünyada hayrı emrediyor, fakat kendim yapmıyordum, şerri yasaklıyor, fakat kendim yapıyordum'.74

Allah Teala bilip de ilim ile amel etmeyen bir kimseyi hem eşeğe, hem de köpeğe benzeterek şöyle buyurmuştur:

Kendilerine Tevrat yükletilip de sonra onu taşımayanların durumu, kitap taşıyan eşeğin haline benzer.(Cum'a/5)

Bununla Allah yahudi alimlerini kasdetmiştir. Bel'am b. Baura hakkında da şöyle buyurmuştur:

Onlara şu kimsenin haberini de oku: Kendisine ayetlerimizi verdik de onlardan sıyrıldı çıktı, şeytan onu arkasına taktı, böylece azgınlardan oldu. Eğer dileseydik o kimseyi o ayetlerle yükseltirdik. Fakat o yere saplandı ve hevasına uydu. Onun durumu tıpkı şu köpeğin haline benzer ki üzerine varsan da dilini sarkıtıp solur, kendi haline bıraksan da dilini sarkıtıp solur.(A'raf/175-176)

İbn Abbas (r.a) der ki: 'Bel'am'a Allah tarafından bir kitap indirildi. Bel'am yeryüzünün şehvetlerine meyletti. Yani sevgisi bunlarla teskin oldu. Bu bakımdan onun misali, üzerine vardığında da soluyan, bıraktığında da soluyan bir köpeğe benzer. Yani Bel'am'a ister hikmet verilsin, ister verilmesin, o şehvetini terketmez. Âlim kişiye bu kadar tehlike yeter! Acaba hangi alim bu şehvete talip olmaz? Hangi alim yapmadığı hayrı emretmez? Bu bakımdan madem cahile nisbeten alimin tehlikesi büyüktür, o halde alim kişi o büyük tehlikeyi düşünmelidir. Çünkü onun tehlikesi başkasının tehlikesinden daha büyüktür. Nitekim kıymetinin de başkasının kıymetinden daha büyük olduğu gibi... Bu bakımdan o kıymete karşı bu tehlike vardır. Âlim kişi, düşmanlarının çokluğundan dolayı, mülkünde canı daima tehlike içinde olan sultan gibidir; zira sultan, düşman tarafından esir edildiği zaman daha önce fakir olmayı temenni eder. Nice alim vardır ki ahirette cahil kimselerin selameti gibi bir selameti arzular. Böyle bir arzuda bulunacak raddeye düşmekten Allah'a sığınırız!

Bu bakımdan bu tehlike alimi gururdan meneder; zira alim eğer cehennem ehlinden ise domuz ondan daha üstündür. Hali böyle olan bir kimse nasıl gururlanır? Âlim kişinin, kendi nefsinde, ashab-ı kiramdan daha büyük olduğunu telakki etmesi uy-gun değildir.
Ashabdan biri şöyle demiştir: 'Keşke annem beni doğurmasaydı'.75

Başka biri de yerden bir saman çöpünü kaldırarak şöyle dedi: 'Keşke ben çöp olsaydım!'

Başka biri de şöyle dedi: 'Keşke ben eti yenilen bir kuş olsaydım!' Diğer biri de 'Keşke ben anılan birşey olmasaydım' demiştir. Bütün bu sözler, akibetin tehlikesinden korkmaktan ileri geliyor. Bu bakımdan ashab-ı kiram nefislerini kuştan, topraktan daha düşük görürlerdi. Ne zaman alim, üzerinde bulunduğu tehlikeyi uzun uzadıya düşünürse, onun gururu
tamamen gider. Nefsini mahlûkatın en şerlisi imiş gibi görür. Böyle bir alimin misali, bir kölenin misaline benzer ki o kölenin efendisi, kendisine birtakım vazifeler emretmiş, o da onları yapmaya başlamış. Bazılarını yapmış, bazılarını eksik bırakmış. Bazılarında da efendisinin razı olacağı bir şekilde yapıp yapmadığı hususunda şüphe etmiş, o bu durumda iken biri, efendisinin bir elçi gönderdiğini ve elçinin de onu çırıl çıplak soyup, güneşin ha-rareti altında uzun bir zaman efendisinin kapısında işkence edeceğini haber verir. Öyle ki dünya kendisine daralır, takati son raddeye gelir. Bu sefer hesabının yapılması emredilir. Az veya çok bütün amellerinin kontrolu istenilir. Sonra daracık bir hapishaneye, daimi bir azaba götürülmesi emredilir. Öyle bir azap ki, bir saat dahi kendisinden hafifletilmez. Kendisi de bilir ki efendisi, birçok kölesine de aynen böyle yapmıştır. Bazılarını da atfetmiştir. Fakat kendisinin affedilip affedilmeyeceğini bilmemektedir. İzzet ve gururu iptal olur. Üzüntü ve korkusu artar. Halkın hiçbirine karşı artık gurura kapılmaz. Aksine halktan herhangi birine karşı 'bana şefaatçı olur' ümidiyle tevazu gösterir. İşte alim kişi de böyledir. Rabbinin emirlerini, azalarında beliren suçlarla, iç alemindeki riya, hıkd, hased, ucub, nifak ve benzerinden ibaret olan günahlarla zayi ettiği hususunda düşündüğü zaman ve üzerinde bulunduğu büyük tehlikeyi sezdiği an gururu derhal kendisinden ayrılır.

İki

Âlim kişi bilir ki kibir ancak Allah'a layıktır ve yine bilir ki kibirlendiği zaman Allah'ın nefretine uğrar. Oysa Allah da kendisinden tevazu göstermesini ister ve Allah kendisine 'Sen nefsine kıymet biçmedikçe nezdimde senin kıymetin vardır. Nefsine kıymet verdiğin takdirde nezdimde senin kıymetin yoktur' demiştir. Böyle düşündüğü zaman, muhakkak nefsinden, mevlasının kendisinden kabul edip seveceği hareketleri talep eder. Böyle bir istek kalbinden kibri götürür. Her ne kadar günahının olmadığını kesinlikle biliyor veya düşünüyorsa da yine böyle yapmalıdır. Bu tür tedavi ile peygamberlerden kibir zail olmuştur; zira peygamberler, Allah'ın abası olan kibir hakkında Allah ile cedelleşen bir kimsenin belini Allah'ın kıracağını bilirler. Allah onlara manevî makamları Allah nezdinde büyüsün diye nefislerini küçümsemelerini emretmiştir. İşte bu da insanı şüphesiz tevazuya sürükleyen sebeplerdendir.

Soru: Fasıklığı açıkça görünen bir fasığa ve bir bid'atçıya kişi nasıl tevazu gösterir? Âlim ve abid olduğu halde nasıl nefsini bunlardan daha küçük görür? Allah nezdindeki ilim ve ibadetin faziletini nasıl bilmemezlikten gelir? Fasığın ve bid'atçının tehlikesinin daha fazla olduğunu bildiği halde kalbine ilmin tehlikesinin hutûr etmesi, kendisini nasıl böyle birşeyden müstağni eder?

Cevap: Bu ancak akibetin tehlikesini düşünmek suretiyle mümkündür. Âlim kişi kafir bir kimseye baksa dahi, ona karşı tekebbür etmesi mümkün değildir; zira kafirin müslüman olması ve sonunun imanla mühürlenmesi, alim kişinin de dalalete gitmesi, sonunun da küfürle son bulması düşünülebilir. Âhirette Allah katında değerli olan kimse büyüktür. Köpek ve domuz rütbece Allah katında, cehennem ehlinden olup böyle olduğunu bilmeyen bir alimden daha yücedirler; zira nice müslüman vardır ki Hz. Ömer'e müslüman olmadan önce bakıp onu hakir görmüş, küfründen dolayı ona aldırmamıştır. Oysa Allah Teala Hz. Ömer'e İslam'ı nasib etti. Hz. Ebubekir hariç, bütün müslümanlardan üstün kıldı. Bu bakımdan neticeler insanlardan gizlidirler. Akıllı bir kimse de ancak neticeye bakar. Dünyadaki bütün faziletler ancak netice için talep edilir. Durum bu iken kulun hakkı hiçbir kimseye karşı gurura kapılmamaktır. Cahil bir kimseye baktığı zaman 'Bu cehaletiyle Allah'a isyan etmiş, ben ise ilmimle Allah'a isyan ediyorum. Bu bakımdan Allah katında onun özrü benimkinden daha makbuldür!' demelidir. Âlim kişiye baktığında 'Bu benim bilmediklerimi öğrenmiş. Ben nasıl onun gibi olurum!' demelidir. Yaşça kendisinden daha büyük olan birine baktığında şöyle demelidir: 'Bu benden önce Allah'a itaat etmiştir. Bu bakımdan ben nasıl onun gibi olabilirim?' Küçüğe baktığı zaman şöyle demelidir: 'Ben ondan önce Allah'a isyan etmişim. O halde ben nasıl onun gibi olabilirim?' Bid'atçı ve kafire baktığı zaman 'Ben ne bileyim, belki bu, sonunda müslüman olur. Ben de onun şimdi üzerinde bulunduğu (Allah korusun) duruma düşerim. O halde hidayetin devamı benim elimde değildir. Nitekim başlangıcının da bana ait olmadığı gibi...' demelidir. Öyle ise neticenin düşünülmesiyle kul, kibri nefsinden uzaklaştırmaya muktedir olur. Bütün bunlar kemalin ahiret saadetinde ve Allah'a yaklaşmakta olduğunu, devamlı olmayan dünyanın şaşalarında olmadığını bilmesine bağlıdır. Yemin ederim bu tehlike, gurura kapılan ve kendisine karşı kibir taslanan kişiler arasında müşterektir. Fakat herbirine himmetini kendi nefsine sarfetmesi, akıbetinden korktuğu ile meşgul olması uygun ve layıktır. Başkasının korkusuyla meşgul olmamalıdır. Çünkü şefkat gösteren insan, su-i zan yapmanın oburudur. Oysa her insanın şefkati kendi nefsinedir. Bu bakımdan bir cemaat, bir cinayetten dolayı hapsedildikleri zaman, hepsinin boynunun vurulmasıyla tehdid edildikleri an, artık bazısı diğerine karşı kibir takınmaya vakit bulamaz. Her ne kadar tehlike hepsini birden kaplamakta ise de; zira herbiri başkasına bakamayacak kadar meşguldür. Sanki onların her biri o musibet ve tehlikede tek başınadır.

Soru: Bu duruma göre Allah yolunda nasıl bid'atçı ve fasık bir kimseden nefret edeceğim? Oysa onlardan nefret etmekle emredildim. Sonra buğz ile tevazuyu bir araya getirmek, ters düşenleri bir araya getirmek demektir?

Cevap: Bu karışık bir durumdur. Halkın çoğu burada hayrette kalır; zira Allah için bid'atı ve fıskı inkar etmek hususundaki nefret, nefsin kibri, ilim ve takvanın ucb'a sürüklenmesiyle karışır. Nice cahil abid ve mağrur alim vardır ki fasık bir kimsenin yanında oturduğunu gördüğü zaman, o fasıkı rahatsız etmek suretiyle yanından kaldırmak ve nefsinde gizli olan bir gururdan dolayı ondan uzaklaşmak ister. Bu kimse Allah için o fasıktan nefret ettiğini zanneder. Nitekim daha önce İsrailoğulları'nın abidinin onların rezil kimsesine karşı yaptığı gibi.... Bunun hikmeti şudur: Allah'a itaat eden bir kimseye karşı gurura kapılmanın şer olduğu belli... Bundan sakınmak da mümkün! Fasık ve bid'atçıyı gördüğün veya onlara emr-i bi'l-maruf ve nehy-i an'il-münker yaptığın zaman, kalbinde üç şeyin hazır bulunması gerekir: O şeylerin birincisi; daha önce geçmiş günahlarına ve hatalarına bakmandır, bu bakış senin gözünden senin kıymetini düşürür. O şeylerin ikincisi; senin alamet-i farikan olan ilminin, hakka inanmanın ve salih amelinin, ancak Allah'tan sana verilmiş bir nimet olduğunu düşünmendir. Bu bakımdan burada minnet senin değil, Allah'ındır. Bunu Allah'tan bilmelisin ki nefsin ucb'a kapılmasın. Ucb'a kapılmadıysa gurura da kapılmaz. O şeylerin üçüncüsü; hem kendi akibetinin hem de o adamın akıbetinin mübhem olduğunu düşünmektir. Senin için son nefesin kötü bir şekilde kapanabileceğini, onun için de güzel bir şekilde kapanabileceğini düşünmelisin ki korku seni ona karşı böbürlenmekterı alıkoysun!

Soru: Bütün bu hallerle beraber ben nasıl öfkeleneyim?

Cevap: Sen sadece mevlan için, efendin için öfkeleneceksin; zira O, kendisi için öfkelenmeni emretmiştir. Senin nefsin için öfkelenmeni emretmemiştir. Sen öfkelendiğin zaman nefsini kurtulmuş, arkadaşını da helak olmuş görmemelisin. Aksine Allah Teala'nın senin gizli günahlarını bildiğini düşünerek nefsin için, o adamın cehaletle beraber akibetinin korkusundan daha fazla korkmalısın. Anlaman için bunu bir misal ile anlatayım. Allah için, kendisine öfkelendiğin bir kimseye karşı böbürlenmen, buğzetmen, zarurî birşey değildir. Değerini onun değerinden üs-tün bilmen zarurî değildir.

Bu hususa şöyle bir misal verebiliriz: Sultanın gözünün nuru olan bir evladı vardır, bir de hizmetkarı... O hizmetkara çocuğu muhafaza etmek görevini vermiş ve 'edebe mugayir bir harekette bulunup layık olmayanla meşgul oldu mu ona kız ve vur' diye emretmiştir. Eğer hizmetkar efendisine mûtî ve dost ise, çocuğun edeb dışı bir hareketini gördüğü zaman, öfkelenmeyi kendisine zarurî görür. Çünkü köle, ancak mevlasının emrini yerine getirmek suretiyle mevlasına yaklaşmak ister. Mevlasının hoşuna gitmeyen bir hareket çocuktan sadır olduğu zaman gururlanmaksızın döver ve öfkelenir. Fakat mevlasının evladına karşı mütevazidir. Mevlasının nezdinde o çocuğun kıymetinin, kendi kıymetinden üstün olduğunu bilir. Çünkü evladın hizmetçiden daha aziz olduğunda şüphe yoktur. Bu bakımdan gurur ve adem-i tevazu, öfkelenmenin gereği değildir. İşte aynen bunun gibi bid'atçı ve fasığa bakıp onların ahirette Allah katında kıymetleri ezelde takdir edilen imandan Ötürü senin kıymetinden daha üstün olduğunu düşünmen mümkündür. Senin de ezelde kötü kaza ve kaderinden ötürü gafil olduğun halde, onların senden üstün olduklarını sanabilirsin. Bununla beraber, sen mevlanın sevgisinden ötürü emrin hükmüne uyarak bid'atçı ve fasığa kızarsın. Çünkü onlardan mevlanın hoşuna gitmeyen hareketler sudur etmiştir. Bunu, mevlanın nezdinde ahiret aleminde mevlaya senden daha yakın olması muhtemel olan bir kimseye tevazu göstermekle beraber yaparsın. İşte bazı alim ve akıllılar böyle yapardı. Buna korku ve tevazu da eklenirdi.

Mağrur bir kimseye gelince, o gururlanır, başkasına ümit ettiğinden daha fazlasını kendisine ümit eder. Neticenin bilinmemesine rağmen böyle hareket eder. Bu, gururun son derecesidir. Allah'a karşı isyan eden veya bid'at oluşuna inanarak emr-i ilahînin hükmüyle bid'atçıya kızıp ondan uzaklaşan bir kimse için tevazuyu elde etme yolu budur!

Yedinci Sebep: İbadet ve takva ile gururlanmaktır. Bu da kullar için büyük bir fitnedir. Bunun çıkar yolu diğer kullara karşı tevazu göstermeyi kalbine gerekli kılmaktır. Şöyle ki: İlmen kendisinden ileride bulunana karşı gururlanmasının uygun olmadığını bilmesidir. Âlim kişi nasıl olursa olsun öğrendiği ilmin faziletinden ötürü onun hakkında böyle düşünmelidir. Nitekim Allah Teala şöyle buyurmuştur:

Bilenlerle bilmeyenler hiç bir olur mu? (Zümer/9) Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur:

Âlimin abide üstünlüğü, benim, mertebece, ashabımın en düşüğüne olan üstünlüğüm gibidir.76
İlmin Fazileti hakkında varid olan daha nice hadîsler vardır. Eğer abid kişi 'Bence fazilet, ilmiyle amel eden alim içindir. Bu ise facir bir alimdir' derse, ona cevap olarak denir ki: 'Hayırların günahları silip götürdüğünü bilmez misin? Nasıl ki ilim, Allah katında alimin aleyhinde delil olabiliyorsa, aynı zamanda, onun için kurtuluş vesilesi ve günahlarının keffareti olması da mümkündür. Bu ihtimallerin her biri burada mümkündür. Haberler bu durumu teyid edecek manalarla doludur. Madem bu durum, kişinin meçhulüdür, o halde kişinin hiçbir alimi tahkir etmesi caiz değildir. Aksine her alime karşı tevazu göstermesi farzdır'.

Soru: Senin bu hükmün, sıhhatli ise, alimin kendini abidden üstün görmesi uygun olur. Çünkü Hz. Peygamber 'Âlimin abide üstünlüğü, benim mertebece en geride olan ashabımdan üstünlüğüm gibidir' buyurmuştur.

Cevap: Eğer alim, sonunu bilmiş olsaydı bu hüküm mümkün olurdu. Oysa alimin sonu -diğer insanların sonu gibi- şüphelidir. Âlimin öldüğü zaman ki halinin, Allah'ın katında Allah nezdinde kolay zannettiği bir günahtan ötürü fasık bir cahilin halinden daha berbat olma ihtimali vardır. Çünkü Allah ondan, o günahından ötürü nefret etmiştir. Madem böyle bir ihtimal vardır, o halde alimin nefsi için korkması lazımdır. Alim ve abidin nefsi için korkması sözkonusu olduğu ve her biri de başkasının işiyle değil, ancak nefsinin işiyle mükellef bulunduğu için, her birinin kendi nefsi hakkında korkması gerekir. Başkasının hakkında da ümidi olmalıdır. İşte böyle olmak, kişiyi gururlanmaktan alıkoyar. İşte bu, alime karşı abidin durumudur.

Âlim olmayana karşı abidin durumuna gelince, onlar da iki kısma ayrılırlar. Durumları abide örtülü ve durumları abide apaçık görünenler... Bu bakımdan durumu örtülü olan bir kimseye karşı mağrur olmaması uygundur. Çünkü o kimsenin kendisinden daha az günahkar olması mümkündür. İbadet bakımından daha fazla, Allah sevgisi bakımından daha önde olması da mümkündür.

Hali açık olana gelince, eğer onda hayatın boyunca işlediğin günahlardan daha fazla günah görürsen böyle bir kimseye karşı mağrur olman uygun değildir ve 'bunun günahı benden daha fazladır' demen de uygun değildir. Çünkü senin hayatın boyunca işlediğin günahların sayısını ve başkasının hayatı boyunca işlediği günahları bilmeye muktedir değilsin ki hanginizin daha fazla günah işlediğini bilmiş olasın! Evet, onun günahlarının daha şiddetli olduğunu bilmen mümkündür. Hele onda katl, içki ve zina görürsen... Fakat buna rağmen ona karşı gururlanman uygun değildir; zira kalplerin kibir, hased, riya, hile, batıla inanmak, Allah'ın sıfatlarında vesvese etmek, gibi şeylerin hayal edilmesinden ibaret olan günahların hepsi Allah katında şiddetlidirler. Çoğu zaman senin iç aleminde gizli günahlardan öyleleri cereyan eder ki sen onlardan dolayı Allah'ın nefretine uğrarsın. Bazen de fasıklığı açık olan bir fasığın Allah sevgisi, ihlas, korku ve Allah'ı tazim gibi kalplerin taatlerinden öyle biri cereyan eder ki sende onlar yoktur. Allah Teala, o fasığın kalbinde cereyan eden taatlerden dolayı onun günahlarını affeder. Böylece kıyamet gününde perde kalktığı zaman onun senden üstün olduğunu görürsün. Böyle olması pekala mümkündür. Senin için uzak olan bir ihtimali de -eğer nefsine şefkatin varsa- yakın sayman uygundur. Bu bakımdan başkası için mümkün olanı değil, senin için korkulu olanı düşün! Çünkü hiç kimse başkasının günahını yüklenmez. Başkasının azaba düçar olması senin azabından hiçbir şey eksiltmez. Sen bu tehlike hakkında düşündüğün zaman başkasına karşı mağrur olmaktan seni alıkoyacak bir meşguliyetin olur.

Vehb b. Münebbih der ki: 'Herhangi bir kul da o hasletler olmadıkça aklı tamam değildir'. Bunun üzerine o hasletlerin dokuzunu sayıp onuncu haslete gelince şöyle dedi: "Onuncu hasletin ne olduğunu biliyor musun? O onuncu hasletle kulun cömertliği artmış ve zikri yücelmiştir. O onuncu haslet, bütün insanları kendisinden daha hayırlı görmesidir. İnsanlar kişinin yanında ancak iki grupturlar. O gruplardan biri kişiden daha faziletli ve daha üstündür. Diğer grup, kişiden daha şerir ve daha düşüktür. Bu bakımdan kişi kalben bu iki gruba karşı da tevazu gösterir. Eğer kişi, kendisinden daha hayırlı birini görürse, ona tevazu gösterdiğinden dolayı sevinir ve onun mertebesine ulaşmayı temenni eder. Eğer kendisinden daha şerir birini görürse şöyle demelidir: 'Bu adamın kurtulması, benim de helak olmam mümkündür'. Bu bakımdan bu kişiyi sonundan korktuğu için şöyle derken görürsün: 'Belki bu adamın iyiliği içindedir. Bu ise o kişi için hayırdır. Ben bilmem! Umulur ki onda, onunla Allah arasında şerefli bir ahlak bulunsun! Allah o ahlaktan dolayı ona rahmet edip, tevbesini kabul etsin ve en güzel amellerle defterini kapatsın! Benim iyiliğim açıkta görülüyor ama bu durum benim için şerlidir'. Bu bakımdan, yaptığı ibadetleri afetlerin yakmasından emin değildir". Sonra Vehb b. Münebbih dedi ki: İşte bu durumda bulunan kişinin aklı kem