Kozmik rezonans frekansı

Soğuk bir laboratuvarda duran o iki demir çatalı (diyapazon) unutun. Size rezonansı, steril bir deney tüpünde değil, her sabah pencerenizin önünde yaşanan o sessiz mucizede, hayatın tam kalbinde göstereceğim.

Sabahın o en gri, uykunun en tatlı olduğu saatinde, betonarme şehrin gürültüsü henüz başlamamışken duyduğunuz o sesi hatırlayın: "Gu-guuk-gu..."

Perdeyi aralayıp baktığınızda, mermer denizliğin üzerinde titreyen iki küçük gövde görürsünüz: Kumrular. Onlar, gökyüzünün en gösterişsiz ama en "bağlı" dervişleridir. Tüylerindeki o toprak rengi tevazu, boyunlarındaki o ince siyah halka sanki doğuştan takılmış bir "sadakat tasması"dır. Dikkat ettiniz mi? Biri başını usulca eğer, göğsünü kabartır ve o derin "Hu" sesini çıkarır. Diğeri ise kıpırdamaz, sadece dinler. Aralarında ne bir kavga, ne bir gürültü, ne de bir "benlik" savaşı vardır.

İnsan o an cama yaslanıp sormadan edemiyor: "Ah be kumru... Biz kuş tüyü yataklarda, sıcak odalarda huzuru bulamazken; sen o buz gibi mermerin üzerinde, o titreşiminle nasıl böyle ısınabiliyorsun?"

Cevap basittir aslında. Çünkü onlar ısınmak için yüne veya pamuğa değil, birbirlerinin varlığına, aralarındaki o görünmez "sevgi frekansına" yaslanırlar.

İşte tam bu sadakatin karşısında, sembolleştirmenin bahtı rötarlı piyadesi Gottfried Wilhelm Leibniz, o meşhur teorisiyle odamıza girer. Ona göre evren, "Monad" denilen bilinç birimlerinden oluşur. Hayvanlar rüya halindedir, insanlar uyanıktır, Yaratıcı ise mutlak bilinçtir.

Fakat bugün önümüzde devasa bir paradoks duruyor: İnsanın evrimi, sanıldığı gibi bedende değil, şuurda gerçekleşen bir yolculuktur. Ve bu yolculukta asıl marifet; şifrelerle değil, kalple bağlanabilmektir.

Bir zanaatkârı, bir bakır ustasını hayal edin. Tezgâhına koyduğu 0,5 milimetrelik o bakır plakayı işlerken, aslında metalle konuşmaktadır. O an bakır, sadece soğuk bir maden değildir. Ustanın elinin sıcaklığı, o bakır plakanın kalbini açan gizli bir şifredir. Bakıyorsun, usta çekici vurdukça metal inliyor ama kırılmıyor. İçinden, "Ustam, o nasırlı ellerin dert görmesin; vur ki şekil alayım" der gibi teslim oluyor.

Ama durun... Kâinatın asıl sırrı bu "sıcaklıkla açılan şifreli kapılarda" değil; hiçbir şifreye gerek duymadan kurulan o "açık devre" iletişimdedir.

Peki ya biz? Şuur basamaklarını tırmanması beklenen, kâinatın gözbebeği ve kendisini "modern" diye atfeden bizler? Halimiz biraz trajikomik değil mi?

Düşünün; Leibniz mezarından kalkıp bugüne gelse... Bizim, misafirliğe gittiğimizde ev sahibine hal hatır sormadan "Wi-Fi şifresi hepsi büyük harf mi?" diye sorduğumuzu, yemeğin tadına bakmadan fotoğrafını çektiğimizi görse ne yapardı? Muhtemelen o meşhur peruğunu düzeltir, halimize acı bir tebessümle bakıp şöyle hayıflanırdı:

"Yahu siz yürürken yolu görmüyorsunuz, yemek yerken tadı almıyorsunuz, sevilirken hissetmiyorsunuz... Siz uyanık falan değilsiniz, siz düpedüz yaşamayı unutmuşsunuz!"

Cebimizde dünyayı taşıyoruz, her an "bağlıyız", router ışığımız yanıyor ama ruhumuzun ışığı sönük. Bizler, "özgür irademizle" yaşadığımızı sanırken; aslında birbirinden habersizce aynı yöne savrulan, aynı görünmez kaygı frekansında titreşen, kitlesel bir "uyurgezerliğe" teslim olmuş durumdayız. Bizim "habersizliğimiz" bir gaflet uykusuyken; tabiatın "habersizliği" ilahi bir senkronizasyondur.

Kozmik rezonans; uzayda aranan mistik bir sinyal değildir. O, o pencere önündeki kumrunun "halden anlama", o bakır plakanın ustasına "teslim olma" ilmidir.

Bizler, "bağlantılı" olduğumuzu sanırken, aslında evrenin o muazzam akışından koptuk. Oysa o küçük kuşlar ve o dilsiz metal bize lisan-ı hal ile haykırıyor: "Huzur, şifreli kapıların ardında, korunaklı odalarda değil; şifresiz, kilitsiz ve korkusuzca, kâinatın o büyük ahengine teslim olabilmektedir."

Gelecek, ne yapay zekanın soğuk kodlarında ne de daha hızlı internette... İnsanlığın bir sonraki büyük adımı, evvela şuurundaki yükseliştedir. Kalplerimiz, o bencil "ben" hapishanesinden sıyrılıp, "biz" okyanusuna daldığında; yani Yaratıcı’nın o birleştirici hattına yeniden bağlandığında, o mermer denizlikteki huzuru biz de bulacağız.

Şimdi bu yazıyı okuduktan sonra pencerenizi açın. Belki bir "Hu" sesi duyarsınız. O ses, sadece bir kuş cıvıltısı olmayabilir. Belki de o seste saklı olan titreşim; binlerce kilometre öteden, yahut aynı şehrin keşmekeşinde atan hiç tanımadığınız bir kalpten size ulaşan şifresiz bir titreşim veya alenen bir selamdır... Kim bilir?