KUMLARIN FISILDADIĞI SIR: TEŞKİLAT-I MAHSUSA

Tarih, efendim, kumların altında fısıldar. Ama bizler, modern zamanların sağırları, o çığlıkları duymazdan geliriz.

Teşkilat-ı Mahsusa... Adı bile ciğer söker, değil mi? Osmanlı’nın gölgesinde doğmuş, üç kıtada emperyalistlerin boğazına çökmüş, sonra toz olup kaybolmuş bir efsane. İngiliz, Fransız, İtalyan... Kibirli imparatorlukların hepsine kafa tutmuşlar. Bütçeleri dardı, birkaç kuruşla dünyayı dize getirmeye kalktılar.

Peki ruhları? Engin mi engin. 20. yüzyılın başında istihbarat neydi ki? Devletin aleyhine dönen dolapları izlemek, rapor etmek, hepsi bu. Ama Türkler durur mu? Çin kayıtları anlatıyor: İlk istihbarat teşkilatını Topa Kuçi Hanedanlığı’nda kurmuşlar. Modern ordunun temelini atanlar, kurumsal kimlikli, kültürlü ilk istihbarat teşkilatını da dünyaya armağan etmiş.

Görev tanımı mı? Tabi ki hayır, genişlet gitsin! Silahlı mücadele, operasyonel kabiliyet...

Teşkilat-ı Mahsusa ile dünya istihbarat taktikleri sil baştan yazıldı. Tıpkı Bayraktar TB2’nin 20. yüzyıl savaş taktik, strateji ve konseptlerini göklerde altüst etmesi ve destan yazması gibi. Ama bu teşkilat, sadece kılıç sallamadı. Nagant’ı Piştovu, Martini’yi alevlendirmedi. Emperyalistlerle kora kor, ölümüne çarpıştı. İngiliz’in, Fransız’ın, İtalyan’ın karşısında aslanlar gibi kükredi.

Ve maalesef gün geldi, masa başında savaşlar kaybedildi. Sahadan çekildiler. Tabi aleme öyle gösterdiler. Ne çekilmesi? Sadece İstanbullular memleketlerine döndü. Çekildiler mi sahiden? Hayır, efendim. “Mış gibi yaptılar.” 1950’lere, hatta ötesine kadar, bıraktıkları adamlar nöbetteydi. İşgalcilerin kurduğu sahte devletçiklerde tahta oturdular, ya da gölgede, kilit noktalarda pusuya yattılar. Sudan’da Zenci Musa’lar, Yemen’de, Somali’de, Mısır’da nice isimsiz kahramanlar... Hepsi, “Osmanlı dönecek, emanete sahip çıkın” yeminiyle yaşadı.

Kumlar fısıldar, ama biz, ah, ne sağırız. Çöldeki rüzgâr, o yemini taşır, ama kulaklarımız tozla dolu.

ÇÖLDEKİ TOKAT: ÇAD’IN YAŞLISI

Yıl 200, ülke Çad. Sahrada, toz bulutları arasında, 90’ına merdiven dayamış bir siyahi amca. Bastonunu sallıyor, gözleri ateş. Yeleğimde Türk bayrağı peç, göğsümde bir sancak gibi dalgalanıyor. “Atalarınızdan 70 yıl sonra mı geldiniz?” diye haykırıyor. “Onlar at sırtında, deve sırtında İstanbul’dan buraya koşup bizi yalnız bırakmadılar! Ölene dek burada, bizimle mücadele ettiler!”

Öfkesi hançer, her kelimeyle utancım büyüyor. Yer yarılsa da içine girsem. Rehberim çeviriyor, her cümle ciğeri dağlıyor. “Siz, uçakla, arabayla bu imkanlara rağmen niye gelmediniz? Neredeydiniz?” Etrafındakiler susturmaya çalışıyor, ama ben bırakmıyorum. “Konuşsun,” diyorum, “bağırsın, saydırsın, hakkı!” Öfkesi bitiyor, gözyaşları patlıyor. “Eyne künte? Limaza lem te’ti?” Arapça, “Neredeydiniz? Niye gelmediniz?” diyor. Diz çöküyorum, baston tutan elini öpüyorum, yüzüme sürüyorum. O an, hüngür hüngür ağlıyor. Ben de. Türk bayrağını görünce, devletin faşist Jakoben rejiminin yoldaşlarını, canlarını terk ettiğini sanmış. Haklı. Devletimiz Bizantinist Jakoben Kemalist dikta döneminde onları yalnız bıraktı. Şükür ki artık o Bizantinist faşistleri devletin kumanda odasında yok.

Bayrak göğsümde, beni devlet sanmış. Gündüz geceye, gece gündüze devirerek sohbet ettik ara vermeden. Sohbetimiz bitmez. Babası “Teşkilatçı”ymış. Vasiyeti: “Bekleyin, Osmanlı dönecek, emanete sahip çıkın.”

Çad’dan döndükten sonra rahmetliyi hep aradım. Türkiye’den bayraklar, Kur’an-ı Kerimler, küçük hediyeler gönderdim. Bir bayrak, sonra onlarca bayrak. Evinin duvarında asılı Türk bayrağını gören herkes istiyormuş meğer.

Yemen’de, Somali’de, Mısır’da, Irak’ta, Suriye’de nice böyle efsanye şahit oldum. Ve nicelerini de duydum. Hepsi, aynı yeminin gölgesinde, aynı hasretin izinde. Çad’daki amca, bir damlaydı bu okyanusta. Ama o damla, yüreği yakar. Çöldeki tren istasyonu, Osmanlı’nın izini taşır. Amca, bastonunu sallar, “Neredeydiniz?” diye sorar. Cevap veremezsin, sadece ağlarsın.

AFRİKA’NIN DESTANI: SUDAN VE MISIR

Teşkilat-ı Mahsusa, üç kıtada kükredi, ama Afrika ve Arap yarımadasındaki mücadelesi? Kelimenin tam anlamıyla destan. Dar bütçelerle, kıt imkanlarla üç emperyalist imparatorluğa kafa tuttu. Sudan’da, Mısır’da, Yemen’de, Libya’da...

Kuşçubaşı Eşref Bey’in has adamı Zenci Musa, bu okyanusta bir damla sadece. Masa başında savaş kaybedilince, sahadan çekildiler, dedik ya. Ama çekilmek mi? Teşkilat, gölgelerde kaldı. Yerel adamları, işgalcilerin kurduğu sahte devletlerde kilit noktalara sızdı. Kimisi tahta oturdu, kimisi perde arkasında. Hepsi, “Türk devleti” ile irtibatını koparmadı. Sudan’da, Mısır’da nice Zenci Musa’lar, nice nöbetçiler. Onlar, emperyalistlerin zincirlerini kırmak için doğmuş, yeminle yaşamış.

Sudan’da tren istasyonları, Osmanlı’nın izini taşır. Çad’da bir amca, bastonunu sallar, “Neredeydiniz?” diye sorar. Yemen’de, Somali’de, Mısır’da aynı yemin yankılanır. Kumlar fısıldar, ama biz, ah, ne sağırız.

Teşkilat’ın adamları, sadece savaşmadı. Toprakları korudu, ruhları korudu. İşgalcilerin kurduğu sözde devletçiklerde, kimi kral oldu, kimi vezir. Kimi de gölgede, bir hançer gibi bekledi. Sudan’da Zenci Musa, sadece bir isim. Kim bilir kaç Musa, kaç nöbetçi? Mısır’da, Yemen’de, Somali’de, Irak’ta, Suriye’de... Her biri, Osmanlı’nın emanetini taşıdı. Çöldeki rüzgâr, o yemini fısıldar. Ama biz, tozla kör olmuşuz.

ENVER SEDAT: TEŞKİLAT’IN TORUNU

Geçen hafta, 6 Ekim. Enver Sedat’ın suikast yıldönümü. Arşivlerime daldım, Mısır medyasında ne var diye. Yeğeni Talat Sedat’ın adı geçti. Tanıyordum onu. Muhalif, başına gelmedik kalmamış. Ama bir an, şimşek çaktı: “Enver... Talat... İttihatçı mı, Teşkilatçı mı bu aile?” Utandım kendimden. Yıllardır bildiğim aileyi, bu bağı görememişim. “Bakar kör” dedikleri, tam bu. Arşivlere, Sudan ve Mısır’daki kaynaklarıma sordum. Karşıma müthiş bir dram çıktı. Enver Sedat’ın babası, Muhammed el-Sedat, Teşkilat-ı Mahsusa ajanı. Annesinin babası da öyle, Sudanlı, siyahi bir kurt. Annesi Sit el-Berain, teni zifir gibi, Sudan kökenli. O yıllarda Mısır’da, bir beyazın siyahi kızla evlenmesi? Ayıp, dışlanma sebebi. Meclislerde alay ederler.

Ama Teşkilat yoldaşlığı başka. İki ajan, çocuklarını evlendiriyor. Kanla, yeminle bağlanmışlar. Irk mı? Pöh, emperyalistlere karşı omuz omuza. Enver, 1918’de, fakir bir köyde doğuyor. 13 kardeş, annesi sokakta dışlanıyor. Ama o durur mu? Subay oluyor, devrim yapıyor.

1952, Hür Subaylar. Nasser’le omuz omuza, krallığı deviriyor. 1970’te devlet başkanı. Teşkilat’ın torunu, firavun tahtında. Ama o taht, dikenli. Yüreği, Teşkilat’ın yeminiyle atıyor, ama dünya ona sırt dönüyor.

BARIŞIN BEDELİ: SEDAT’IN HAZİN SONU

Enver Sedat’ın hikayesi, trajedinin ta kendisi. Camp David, 1978. İsrail’le barış anlaşması, Sina’yı geri alıyor. Nobel Barış Ödülü, alkışlar. Ama Arap dünyası sırt dönüyor. Müslüman Kardeşler, “Satılmış!” diye kükrüyor. Oysa Sedat’ın içindeki Teşkilat ateşi, barış için yanıyor. Çünkü o günkü koşullarda barış dışındaki tüm alternatifler tam bir felaket… Emperyalizme karşı doğmuş, ama barış için yalnızlaşmış. Hapsedilmiş bir ruh.

6 Ekim 1981, Kahire. Geçit töreni. Askeri üniformalar, tanklar, kalabalık. Birden kamyon duruyor. Teğmen Halit İslambuli ve adamları iniyor. Kurşunlar yağıyor. 11 ölü. Sedat düşüyor, gözleri açık. Son nefeste soruyor: “Onlar da mı Müslüman?” Kanlar içinde, Teşkilat’ın torunu, barışın bedelini ödüyor.

Tarihin ironisi: Emanet koruyan aile, kendi kanıyla sulanıyor. Sokaklarda “kara köpek” diye taşlanan çocuk, firavun olup vuruluyor. Hüzün mü? Fazlası. Yürek dağlayan bir ağıt. Sedat, barış istedi, ama barış onu yuttu. Çöldeki yemin, kanla yazıldı.

HALİT İSLAMBULİ: OSMANLI’DAN GELEN KATİL

Peki, Halit kim? Teğmen Halit İslambuli, 1955 doğumlu. İngiliz İstihbarat Servisi’nin kurduğu İslami Cihad üyesi. Ailesi, Osmanlı’da İstanbul’dan Mısır’a göç etmiş bir sülale. Türk kökenli, toprağa kök salmış. Ama Halit, niye? “Allahüekber!” diye haykırıp Sedat’ı vuruyor. 1982’de idam. Kardeşi Muhammed, 1990’da şerefsiz katil köpek Hüsnü Mübarek’i az kalsın vuruyor. Aile, Osmanlı’dan Mısır’a uzanan bir zincir. Ama Halit, nasıl bu tuzağa düştü? Teşkilat’ın torununu vuran, Osmanlı kanından biri.

Tarih, iğrenç bir şaka oynuyor. Halit, uyanmış mıydın, yoksa kukla mıydın? Soğuk Savaş’ın gölgesinde, Ruslar mı itti seni bu yola, KGB’nin kirli oyunlarıyla mı? Yoksa İsrail mi, Mossad’ın sinsi planlarıyla mı? Diye sorup bakıyorsun, hayır hiç biri. Bütün Fitnelerin, akan kanın ve irinin müsebbibi İngilizler…

Kumlar fısıldıyor, ama biz sağırlarız. Halit, bir idealle mi vurdu, yoksa birilerinin maşası mı oldu? Sedat’ın kanı, çöldeki yemini lekeledi. Ama kimin suçu?

ÇÖLDEKİ YEMİN: EMANETİN AĞITI

Teşkilat-ı Mahsusa, kumların altında hâlâ yaşıyor. Çad’da baston sallayan dedeler, Sudan’da Zenci Musa’lar, Mısır’da Enver Sedat’lar... Hepsi, aynı yeminin gölgesinde. Ama tarih, ne zalim. Barış isteyen vurulur, yemin tutan yalnız kalır. Çad’daki amca, “Neredeydiniz?” diye sorarken, Sedat son nefeste “Onlar da mı Müslüman?” diye soruyor. Halit, kirli tuzağa kim düşürdü seni? Ruslar mı, İsrail mi? İngilizler mi? Yoksa hepimiz mi, sağır kalarak, fısıldayan kumları duymayarak?

Ah, Halit, ah Enver... Teşkilat’ın ruhu izliyor, ama biz nerede?

Kumlar fısıldar, tarih ağlar. Bizse, sağır, kör, dilsiz. Çöldeki yemin, hâlâ canlı. Ama biz, o yemini unuttuk. Sedat’ın kanı, Halit’in hançeri, Çad’daki amcanın gözyaşı... Hepsi, aynı ağıtın notaları.