Mevlânâ’yı anlamak!

752. Vuslat yılını idrak ettiğimiz Mevlânâ Celaleddin Rumi, ilhamını Kur'ân'dan alan, Peygamberimizin (s.a.v.) sünnetine tabi olan samimi bir müslümandı. İlimlerin, insanın yücelmesinde sadece basamak olduğunu, aşk olmadan hırs, kibir, kıskançlık, düşmanlık gibi kötü duygulardan kurtulmanın mümkün olamayacağını anlatmıştır. Toplumun huzur ve barışa kavuşmasının ancak güzel ahlakı benimsemekle mümkün olacağını söylemiş, güzel ahlakın esaslarını da tembellikten uzak durmaya, insanlığa faydalı olmaya, sevgi ve merhamete bağlamıştır.

Mevlânâ’yı ney üfleyip sema yaparak hayatını geçiren, basit hümanist çerçeve içinde din ve mezhep ayırımı gözetmeden bir hoşgörü ve barış elçisi gibi göstermek, hem şahsına hem de eserlerine bir saygısızlıktır. O ne söylemişse Kur’an ve İslam adına ifade etmiştir. Bir rubaisinde Kur’an ve Peygamberimiz’e (s.a.v.) olan bağlılığını bakın nasıl anlatıyor:

“Canım var olduğu müddetçe, ben Kur’an’ın kölesiyim. Ben Hz. Muhammed Muhtar’ın (s.a.v.) yolunun toprağıyım. Eğer benim sözümden bundan başka bir şeyi naklederlerse, o kimseden de, o sözden de şikayetçi olurum.”

Mevlânâ hem yüzlerce öğrenciye ders veren bir hoca, hem sayısız müridi irşad eden bir şeyh, hem tasavvufun manevi ikliminde aşkın kanatlarıyla uçan bir gönül insanı, hem de İslam’ın ve Kur’an’ın birçok meselesini açıklayan bir düşünür olarak karşımıza çıkmaktadır. Fakat onun ihmal edilen en önemli misyonu, yaşadığı çağın bunalımlı insanlarına bir yol gösterici olmasıdır. 13. Yüzyıl'da Anadolu'nun tarihi ve siyasi olayları, Müslüman halkı çok ciddi manevi bir buhrana sürüklemişti. Zaten büyük şahsiyetler, zor zamanlarda ve büyük bunalımların yaşandığı devirlerde yetişmektedir. İlahi İrade, iman küfür mücadelesinin iniş ve çıkışlarını böylece takdir etmiş, ümitlerin sönmeye yüz tuttuğu bir zamanda Mevlânâ gibi şahsiyetlerle hidayet nurunu yeniden parlatıp canlandırmıştır.

Mevlânâ Celaleddin Rumî’nin yaşadığı devrin en önemli olayı, şüphesiz Moğol istilasıydı. Babasıyla birlikte geldikleri Anadolu, bu tehlikeyi daha yeni anlamaya başlamıştı. Cengiz Han’ın Türk İslam diyarlarını yakıp yıkması, 1219 yılından 1224 yılına kadar yüz binlerce insanı katletmesi İslam ülkelerinde korku ve paniğe yol açmıştı. 1227’de zalim Cengiz Han ölmüş, fakat oğulları ve torunları onun yayılmacı politikasını ve zulmünü daha da ileri götürmeye karar vermişlerdi.

Selçuklu devlet otoritesinin zayıflaması, siyasi ve askeri yönden gücünü kaybetmesi, her geçen gün hayatı zorlaştırıyordu. Moğollara tabi duruma düşen Selçuklu şehirlerinde yaşayan halkın, ziraat ve ticaret hayatı da çöküntüye uğradı. Ağır vergiler insanların belini büktü.

Moğolların Orta Asya’dan sonra Anadolu’yu istila etmeleri sadece askeri ve siyasi bir olay değildir. Çünkü bu istila sonrasında Selçuklu Devletini kendine tabi hale getiren Moğollar; dini, sosyal ve ekonomik hayata müdahale ederek Müslümanların bunalıma sürüklenmesine yol açmışlardır. Devlet otoritesinin zayıflaması üzerine çeşitli felsefi ve itikadi sapık fikirlerin uygun ortam bulması, halkın dini inanç ve ahlaki erdemlerinin azalması, maneviyat büyüklerini harekete geçirmiştir. Mevlânâ, başta nefis terbiyesi olmak üzere, insanların İslam ahlakına sahip olması ve toplumun birbiriyle dayanışma içinde bu sıkıntılı dönemi atlatması için çaba göstermiştir.

Böylece Müslümanlar, büyük sosyal musibetler karşısında sabır ve tevekkül ile hareket etmiş, başlarına gelenlerin kendi hataları ve günahlarına karşı ilahi bir ikaz ve ceza olduğunu düşünerek dinin emirlerine daha sıkı sarılmışlardır. İbadet, zühd, takva, tasavvuf ve manevi hayat, bu musibetten sonra daha da canlanmıştır. Medresenin ve zahiri ilimlerin veremediği moral desteğini ve iç huzurunu Mevlânâ’nın sohbetlerinde ve eserlerinde bulan geniş halk kitleleri, dayanışma içinde bu bunalımlı dönemi de atlatmayı başarmıştır.