Mustafa Kemâl, “Kur'ân, nihâyet, serbest vezinde bir şiirdir! Allâh tarafından vahyedilmiş olamaz! Muhammed'in kendi sözleridir!” diyordu
1932 Ocak-Şubat aylarında (1350 Ramazanında) Dolmabahçe'deki “Öztürkce İbâdet Vâsıtasıyle Dîn İnkılâbı” çalışmalarının pek mühim bir şâhidi de, Hâfız Âsım Şâkir Efendi'dir (Gören; 1900 - 1990). Onun hâtıra ve şahâdetini, Emekli Vâli, Muharrir, Mütercim ve Tercümeci Ali Kemâlî Aksüt (1884 -1962) zaptetmiştir. Sebilürreşad'da (Şubat 1951, IV/96: 328-330) neşrettiği bu hâtıranın başına: “Hâdiseyi bana Hâfız Âsım anlattı. Bu yazıyı yazdıktan sonra kendisine okudum. Aynen tasdîk ve têyîd etti.” şeklinde bir kayıd düşmüştür. Hâfız Âsım, “Tek Adam”ın siyâseti ve Miralay Cemîl Saîd Dikel'in Meâli (Türkçe Kur’ân-ı Kerîm) hakkında bir yorum yaptıktan sonra başından geçeni anlatıyor:
(-Eşref Edib neşri- Sebilürreşad, Şubat 1951, IV/96: 328)
Hâfız Âsım Şâkir Gören’in Kemalist “Dîn İnkılâbı” ile alâkalı hâtırası hakkında Vâli Ali Kemâlî Aksüt’ün makâlesinin ilk sayfası... (Her ikisine da Allâh ganî ganî rahmet etsin!) Hâfız Âsım Efendi, “Türkce Kur'ân” tâlimi yaptırılmak üzere çağırıldığı Dolmabahçe Sarayı'nda Mustafa Kemâl'in şu sözleri sarfettiğine şâhid olmuş: “Kur'ân, nihâyet, serbest vezinde bir şiirdir! Allâh tarafından vahyedilmiş olamaz! Muhammed'in kendi sözleridir!”
***
“Gazi Mustafa Kemal, tasarladığı inkılâbları fiil sahasına koymadan önce, daima etrafında bulunanlardan başka kimselerle de istişare eder, asıl maksadını gizliyerek varmak istediği gayenin kâh lehinde, kâh aleyhinde fikir yürütür, ortalığı yoklar, nihayet karârını verirdi.
“Dine müteferri inkılâblarda da böyle yapmıştı. […]
“Kur'ân'ın tercümesi mümkün değildir, cevaz yoktur” kabilinden vuku bulan çeşit çeşit itirazlara rağmen, daha evvel de Kur'ân terceme olunmuştu. Fakat ne garibtir ki bu terceme Fransızcadan yapılmıştı ve ancak bazı meraklılar veya lâubali kimseler elinde dolaşıyordu. Gazinin maksadı, mahdudiyeti kaldırmak, Arabça metin yerine Türkçe sözlü bir Kur'ân koymak, bütün ibadetlerde bunu oku[t]maktı. [Rahmetli Hâfız Âsım Efendi, burada, “Fransızcadan tercüme edilen Meâl”le, Miralay Cemîl Saîd Dikel’in (1872 – 1948) çok kusûrlu olduğu için, 1924’te, bizzât Diyânet İşleri Reîsi Rifat Börekçi merhûm tarafından mahkûm edilen Meâl’ini -ismi bile Küfür olan “Türkçe Kur’ân-ı Kerîm”ini- kasdediyor. Türkiye’de 1920’li, 30’lu Senelerde Tercüme Faâliyeti ünvânlı eserimizde (Ankara: Kurtuba Yl., Aralık 2016, 428 s.), bu Meâl’in, pek hatâlı olmakla berâber, Fransızcadan tercüme edilmediğini isbât etmiş bulunuyoruz. “Totaliter Şef”, 1932’de, câmilerde, kasd-ı mahsûsayle, -meselâ İsmail Hakkı İzmirli’nin Meâl’ini değil de- bu bozuk Meâl’i tilâvet ettiriyordu. Tatbîkâta koyduğu “İki Kademeli Dîn İnkılâbı” stratejisiyle, bir taraftan tahsîlli nesillere Materyalizm aşılarken, dîğer taraftan geniş kitleleri de, “Öztürkce namaz ve Ezân”la, tedrîcen sahîh Müslümanlıktan uzaklaştırmayı istihdâf ediyordu…]
“Tarih kitaplarına geçen tafsilâta göre, hâfızları Dolmabahçe sarayına çağırtıp her birine ayrı ayrı ‘aşır’lar okutması, asıl metnin tilâvetinden sonra tercemenin okunmasını emir ile dinleyenlerin ihtisaslarını anlamak istemesi ve bu tercemeyi tekrar yapması… Hep bu gayeye müteveccih teşebbüslerdi. […]
“Bir gün ona Hâfız Âsım'dan bahsetmişlerdi: Sesi güzel, yüzü güzel, musikiye aşina, genç bir hâfız; Türkçe Kur'ân okumak hususunda pek usta, demişlerdi. […]
“İşte o günün akşamı Dolmabahçe sarayının mükellef bir salonunda, mutad üzere eğlenilirken “din” bahsi açılmış ve tabiatiyle Kur'ân o bahsin en ehemmiyetli faslını teşkil etmişti.
“Gazinin dimağında, tam o sırada, Âsımın hayali bir şimşek gibi parladı. Onu dinlemenin tam zamanıydı. Bu, sitayişi bitmiyen hâfız da bakalım ne diyor ve nasıl okuyordu?... Çok sürmedi, Âsım saraya geldi. Salon yine din bahisleriyle heyecanlar içindeyken, “Kur'ân, nihayet, serbest vezinde bir şiirdir, Allah tarafından vahyedilmiş olamaz. Muhammedin kendi sözleridir…” iddiaları gurur ve istihfafla yükseliyorken, imtihan için çağrılmış olan Asım içeri girmiş ve bu sözleri, istemiyerek, işitmişti.
Mustafa Kemâl, Hâfız Âsım Bey'in, “Türkçe Kur'ân”ı, Kur'ân kabûl etmeyişine öfkeleniyor
“Güzel giyinmişti; girerken usûl ve âdâba, mümkün olduğu kadar riâyet etmiş, her vechile nazar-ı dikkati üzerine çekmişti.
“Kemal Paşa, genç hâfızı büyük bir nezaketle kabul etti. Bu muamele Âsım için bir teminat yerine geçtiği gibi, yakından tanıdığı Tahsin (Uzer) Beyin orada bulunması ve gülümsiyerek yüzüne bakması da kalbine kuvvet vermişti.
“Oturur oturmaz, Gazi, Âsıma ne iş yaptığını, işinden kaç para kazandığını sordu. Sonra –bir amatör farzetmiş olsa gerek- Kur'ân'ın tercemesi hakkındaki fikrini yokladı. Âsım ihtiyatı elden bırakmıyordu: Kifayetsizliğini ileri sürdü, mütalâa beyanından çekindi. M. Kemal Paşa:
‘- Bir tecrübe edelim' dedi. Âsıma “İsrâ” suresinin Türkçe tercemesini göstererek ilâve etti: ‘- Oku bakalım!'
(-Eşref Edib neşri- Sebilürreşad, Şubat 1951, IV/96: 329)
Vâli Ali Kemâlî Aksüt’ün Hâfız Âsım Efendi’nin Kemalist “Dîn İnkılâbı” ile alâkalı hâtırasına dâir makâlesinin ikinci sayfası…
***
“Kekelememek, iltizamî bir falso yapıyor zehabını uyandırmamak ve maazallah elim bir âkıbete uğramamak için, Âsım olanca dikkatiyle ve bütün maharetiyle okudu. Mustafa Kemal, hiç şüphe yok, musikiye bayılmıştı, fakat asıl maksadı unutmuş değildi:
‘- Haydi bakalım, dedi, şimdi sen de istediğin sûreyi Arabca olarak oku!'
“O zamana kadar salonlarda mutad olan şekilde oturan genç hâfız, hemen vaziyetini düzelterek koltuğa çıktı ve diz çöktü.
“Bu hareket Mustafa Kemal'in keskin gözünden kaçar mıydı?
‘- Tahsin Bey, dedi, Kur'ânı Türkçe okurken ayaklarını uzatmıştı; şimdi diz çöktü. Anlaşılıyor ki evvelkini Kur'ân telâkki etmiyor.'
“Sözlerinde bir hiddet yahut hayret seziliyordu. Parlayan gözlerini Âsım'a dikmiş, sanki bir suçluyu istintak eder gibi, cevab istiyordu.
“Âsım, ‘Yardımcısıdır doğruların hazret-i Allah' kanaatiyle:
‘- Paşam, dedi, bu bir alışkanlıktır; hareketim düşünülerek yapılmış değil… Fakat, ne yalan söyliyeyim, nokta-i nazarım düşündüğünüzün aynıdır.'
“Bu doğru, dürüst sözler hiddet yahut hayreti tatlılık ve yumuşaklığa kalbetti: Gazi, belki biraz da acıyarak, Âsıma gülümsedi:
‘- Herkes kanaatlerinde hürdür; elverir ki bu kanaatler samimî olsun genç!' dedi.
Kur'ân-ı Hakîm, Mustafa Kemâl'e cevâb veriyor
“Hâfız tilâvete başladı. Hiç düşünmeden, ayrı, hususî bir intihab yapmadan okumağa başladı. Birdenbire hatırına geliveren, ‘Hakka' sûresiydi. Bunda, Kur'ân-ı Kerîm'in mahiyeti anlatılıyor, ‘Kur'ân Allahın yanında pek kıymetli bir elçinin sözüdür. O şair sözü değildir.' deniliyordu. ‘Tenzîlün min Rabbilâlemîn' âyeti Âsımın ağzından bir ihtar nidası gibi dökülürken, sükûta dalmış olan salonda birdenbire bir değişiklik oldu. Gazi ayağa kalkarak:
‘- Tahsin bey, dedi, senin hâfızın sade hâfız değil, aynı zamanda diplomat! Bizim biraz evvel konuştuğumuz mevzua, şüphesiz girerken duymuş, Kur'ân lisaniyle karışıyor, bize cevab veriyor!' [Bu müdâhaleden de anlaşılıyor ki yukarıdaki “serbest vezinde bir şiirdir”, v.s. sözü ona âiddi…]
“İlhamlı tariz veya itirazlardan hoşlanmıyan Mustafa Kemal sinirli görünüyordu. Zavallı Âsım, hakîkaten farkına varmıyarak işittiğini şimdi anladığı o sözlere mukabele etmeği hatırına bile getirmemişti. Fakat Kur'ân'ın mucizesiydi bu; Hakk'ın lisanı kendiliğinden cevap veriyordu. Ne yapabilirdi? Korku ve endişe içinde kısacık bir müdafaa yaptı:
‘- Paşam, dedi, ben hâfızım amma Kur'ân'ın mânâsına maatteessüf vukufum yok. Eğer size muaraza suretinde bir şey yapmışsam, bu, benim eserim değil, ancak Allahın bir tecellisidir.'
“Bu sözler, bu samimî müdafaa biraz evvelki feveranı yatıştırdı, meclisin havası değişti ve Âsım, biraz sonra, hatırı sayılır bir câizenin [mükâfâtın] verdiği sevinç içinde evinin yolunu tuttu. (Ali Kemalî Aksüt, “M. K. Paşa ve Kur'ân Tercümesi”, Sebilürreşad, Şubat 1951, IV/96: 328-330)