Mustafa Kemâl'in uydurma şecereleri ve hakîkî mensûbiyeti (207)

Kinross’un kalemiyle, Kemalist “medenî hayât”tan birkaç sahne daha

“[Latife Hanım'la karı-koca gittikleri Erzurum'da] şerefine verilen bir öğle yemeğine subay ve memurların eşleriyle birlikte gelmelerini istemişti. Bu tutucu şehirde, kadınlarla erkekler ilk olarak, bir sofrada bir arada oturuyorlardı. Bu yüzden yemeğin, sembolik ve resmî bir havası vardı. Davetlilerin çoğunun huzursuz olduğu görülüyordu. Gazi, soğukluğu gidermek için, mevki komutanının ev sahibesi durumunda olan güzel eşine kur yapmaya başladı. Karşısında oturan kadına iltifat ediyor, övgülü bakışlarla bakıyordu. Latife Hanım önce bundan hoşlanmadığını belli etti, sonra kendine hâkim olamayarak bağırdı: ‘- Kemal, ayaklarına dikkat et; bana kadar uzanıyor!' ” (Kinross / Sander 2011: 494)

“Bir kadını canı istediği vakit almış, istemeyince bırakmıştı”

“Gerçekten de Atatürk, yabancıların ölçülerine göre ‘mazbut' bir hayat sürüyor sayılmazdı. Birçok subay gibi o da, kadınlarla zaman zaman ve önemsemeden birtakım ilişkiler kurmuş, bir kadını canı istediği vakit almış, istemeyince bırakmıştı. […] Delikanlılığında ve olgunluk çağının başlangıcında fırsat çıktıkça kadınlardan alacağını almıştı. Ama, kırkından sonra istekleri ve gücü azalmaya başlamış; şimdi ise bu güç azaldıkça, aksine çokmuş gibi bir söylenti yayılmasından hoşlanır olmuştu. […] …Ara sıra, bir diplomat karısının, Atatürk'e aşırı derecede tutularak bir skandala yol açtığı olurdu. Bir keresinde de Atatürk, Amerikalı bir kadının, çiftliğine giderken geçtiği yolun üzerine boylu boyunca uzandığını görünce epey eğlenmiş, bu kadını Çankaya'da birkaç gün misafir etmişti.” (Kinross / Sander 2011: 552)

İffetsizliğiyle iftihâr eden bir şâhid: Şarkıcı Safiye Ayla

Mustafa Kemâl’le münâsebetini iftihârla anlatan kadınlardan biri de, şarkıcı Safiye Ayla’dır (İstanbul, 14.7.1917 – a.y., 14.1.1998, Zincirlikuyu Mez.).

Safiye Ayla'nın Mustafa Kemâl’le münâsebetinden de genişçe bahsettiği Hâtırât'ını, ona karşı büyük hayrânlık duyan Kemalist gazeteci ve hikâye muharriri Necati Güngör (d. 1949) kaleme alıp kitablaştırmış. Müellif, kitab çalışması için, Hâtırât'ın daha evvel, 1960'lı senelerde (kitapta tefrika târihleri tasrîh edilmemiş), Akşam gazetesindeki tefrikasını esâs almış, ayrıca bizzât Sâfiye Ayla ile müteaddid def'alar görüşerek onları tekrâr yoğurmuş ve kendi üslûbunun kalıbına dökmüş. (Güngör / Ayla 2006: 7-8, 11)

(https://www.oktayaras.com/safiye-aylanin-anilari/tr/37025; 15.10.2025)

Necati Güngör’ün kaleminden Safiye Ayla’nın Hâtırât’ının Milliyet Yl.’daki ilk baskısı (1996, 144 s.)…

***

Kitabın 1996’daki ilk baskısının arka kapağında verilen îzâhata nazaran:

“Bu anılar, altmışlı yıllarda bir gazetede yayınlanırken oldukça ilgi toplamış; ama ne yazık ki şimdiye kadar kitaplaşma olanağı bulamamıştır. Öykücü Necati Güngör, gazete sayfalarında unutulan söz konusu anıları, Safiye Ayla ile birlikte elden geçirerek, sütun doldurma kaygısıyla yapılan ‘şişirmeleri’ ayıklamış ve günümüz Türkçesiyle yeniden kaleme almıştır.”

Sâfiye Ayla'nın Hâtırât'ı geçmiş senelerde iki gazetede daha kendine yer bulmuş: Tanju Cılızoğlu'nun kaleminden Nisan 1987'de Güneş'te ve Nalan Seçkin'in kaleminden Ocak 1998'de Milliyet'te… Güngör, kitabını hazırlarken bu metinlerden de istifâde etmiş olsa gerek…

Necati Güngör'ün kaleminden Hâtırât'ın Safiye Ayla'nın Anıları ismiyle kitablaşmış ilk baskısı, Milliyet Yl.'da, 1996'da (19 cm, 144 s.)… Bizim elimizdeki nüsha, bunun, Heyemola Yl. arasında, 2006'da, yine 19 cm, 144 s. olarak intişâr eden 2. baskısı… Arka kapağında, Fanatik Kemalist yazarlardan Oktay Akbal'ın (1923 – 2015) takrîzi var.

Safiye Ayla'nın Anıları'ndan naklediyoruz:

“Atatürk öldüğü gün Bükreş’te bulunuyordum. Yakışıklı bir üniversite öğrencisiyle birlikte yaşıyordum o sıra. Bükreş’in yağmurlu sabahlarından biriydi… Uyuyordum henüz. Birlikte olduğum gencin heyecan içinde kapımı açmasıyla uyandım. Elinde bir gazete vardı. Gazetenin manşetinde kocaman harflerle, ‘Atatürk est mort [Atatürk öldü]’ yazısı yer alıyordu. Ansızın boğazım düğümlendi! Dilim tutulmuştu, konuşamıyordum! Beynim durmuştu, hiçbir şey düşenemiyordum. İçgüdüsel bir hareketle odadaki eşyamı toplamaya başladım. On beş gün daha Bükreş’te kalmayı tasarlıyordum. Ama hemen o gün İstanbul’a hareket eden bir vapur vardı. Yola çıktım. Bükreş’te yayımlanan tüm gazetelerin başlıkları siyahtı ve büyük puntolarla Atatürk’ün ölümünü duyuruyorlardı. […]

“Sessizce güverteye çıktım. Gözlerimden akan yaşlar, Akdeniz’in mavi sularına karıştı. Atatürk yoktu artık, ölmüştü… Marmara Köşkü, Dolmabahçe Sarayı, Çelik Palas, Çankaya geceleri, Ertuğrul yatı, hepsi iç içe, gözlerimde canlanıyor; Akdeniz’i dolduruyorlardı… […]

“Ata’nın aziz anısı önünde sonsuza dek saygıların en içteniyle, en temiziyle eğileceğim. Onunla ilgili anılarımı kutsal emanetler gibi, kalbimin derinliklerinde taşıyacağım, kıskançlıkla koruyacağım… […] (Güngör / Ayla 2006: 27-28)

“On üç yaşımda onun sofrasındaydım”

“(Öksüzler Yurdu’nda büyüdükten sonra) 1931 yılında ilk plağımı doldurmuştum. Bu plak birdenbire beni üne kavuşturmuş, halkın yakından tanıdığı bir sanatçı yapıvermişti. Ardından gazinoculardan peş peşe öneriler gelmeye başladı. […]

“Aynı günlerde Ata’ya benim plaklarımı dinletmişler. O da, ‘Bu kızı bir gün yakından dinleyelim’, demiş. Hemen bana haber ilettiler. ‘Paşa çağırabilir, hazır ol!’ dediler. […]

(Akşam, 14.1.1948, s. 5)

Şarkıcı Safiye Ayla, çocuk yaşta tanıştığı Mustafa Kemâl’le münâsebetini, gazetelere verdiği mülâkatlarda, iftihârla anlatıyor…

***

“(Bir iki ay sonra) bir gün Çiftlik Parkı’ndaydım. Atatürk’ün yaverlerinden Rusuhi Bey vardı, o çıkıp geldi. Patronum Ziver Bey de yüreklendirdi. Beni alıp Şişli’de bir eve götürdüler. Ev, vali yardımcısı Nuri Bey’e aitti. Atatürk’ü yemeğe çağırmışlardı, salonun ortasındaki masanın başında oturuyordu. Yaverler bizi kapıda karşılayıp içeri aldılar. Yanında ‘mutat zevat’ diye tabir edilen birtakım kişiler vardı ki, bunlardan birinin Kılıç Ali olduğunu sonradan öğrenecektim. [Nalan Seçkin’e verdiği mülâkatta bu şahısların isimlerini tek tek sayıyor: “İşte Gazi Mustafa Kemal karşımda! Yanındaki dünya güzeli kadının Nuri Bey’in eşi Seza Hanım, beylerin de Kılıç Ali, Recep Peker ve Zühtü Bey olduklarını sonradan öğrendim.” (“Safiye Ayla; Yetimhanede Doğan Efsane”, Milliyet, 18.1.1998, s. 6)] Paşa’nın üstünde beyaz renkli spor bir gömlek vardı. Kravatsızdı. Yanına çağırdı beni. O güne dek onun hakkında hep birtakım söylenceler işitmiştik: Gözlerine bakanın gözlerinin ışığı sönüyor, diye anlatılırdı. Bu yüzden olacak gözlerine bakmamaya çalışıyordum. Yaklaşıp elini öptüm yalnızca. Yanındaki sandalyeyi gösterdi, oturdum. Hiç yüzüne bakmıyorum. İçimde bir korku rüzgârı esip duruyor… Bu kez Atatürk çenemi kaldırıp yüzüme baktı. Sanki yüzümü mavi iki alev yaladı. Dünyanın şapka çıkardığı adam işte karşımdaydı. Hem de en hükmedici, en büyüleyici, en sevecen, en yakışıklı haliyle karşımdaydı. Üstelik gözlerimi de kör etmemişti alevli bakışları.