Mustafa Kemâl'in uydurma şecereleri ve hakîkî mensûbiyeti (57)

Ömer Rıza Doğrul: “Mustafa Kemâl, Türkü iç düşmanlarından, sömürücü çobanlardan, bu çobanların köpeklerinden ve sürülükten kurtarmıştır”

Tenâkuzlarla dolu bir şahsıyet olduğu intibâı bırakan Ömer Rıza Doğrul’un da (1893 – 1952) Tan’ın 11.11.1938 târihli aynı nüshasında “Ebedî Şef”i tebcîl eden bir makâlesi mündericdir. 

O, uzun zaman Sertel’lerle, (Kurun’da) Us kardeşlerle, müteâk̆iben (Cumhuriyet’te) Nadi’lerle çalıştı. Gazeteciliğine ilâveten, edebî muharrir, mütercim, araştırma kitabları müellifi, Kur’ân mütercim ve müfessiri, Selâmet mecmûası nâşiri, DP Konya Meb’ûsu (1950) ve -ne yazık ki- Mehmed Âkif merhûmun dâmâdı idi. 12 Ekim 1926’da İstanbul’da faâliyet gösteren Selâmet Mahfili’nde tekrîs edilmiş, bu Locada verdiği konferans, 1930’da, aynı Loca tarafından bastırılmıştı: Eski Mısır’da Masonluk İzleri, Selâmet Mahfilinde Dört Konferans… İkinci Cihân Harbi’nden sonra, bu def’a, Doğuş Locası’na katıldı. 1949’da, Kültür Locası, onun yeni bir masonî konferansını neşretti: Ana Davalarımız, Ana Prensiplerimiz (19 cm, 8 s.)… (Masonî risâleleri, Millî Kütübhâne’de mevcûddur. Mensûb olduğu Localar hakkındaki bilgimizin kaynağı ise, Seyhun Tunaşar’ın çalışmasıdır: “Cumhuriyetimize Damgasını Vurup Ebedî Maşrık’tan Bizi İzleyen Kardeşlerimiz ile Atatürk ve Türk Devrim Kronolojisindeki Yerleri”, -Mimar Sinan; Türkiye Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locasının Araştırma ve Yayın Organıdır, 2002/126: 43.) 

Tan’daki mezkûr makâlesinden evvel, 29 Ekim 1935 târihli Kurun’da neşredilen makâlesinden birkaç pasaj nakledelim;  Osmanlı’yı had derecede zemmedip Kemalizmi tebcîl ettiği bir makâle:

“Osmanlı devleti dediğimiz müessese, göçebe bir müessese idi. Göçebelik onun her halinde besbelli idi. Osmanlı padişahları birer çobandı, onların tebaası bir ‘sürü’ ve bendegânı devlet adamları birer çoban uşağı idiler. Bu devletin vazifesi sürüyü sağmak, sömürmek, bendegânın işi gücü sürüyü kullanmak, gözetmek, çobanın dilediği gibi kullanmaktı. […]

“Türk inkılâbı 1922 yılının İkinci teşrin günü saltanatı ilga ettiği zaman hükümdar ile tebaa arasındaki münasebeti efendi ile  köle, çoban ile sürü arasındaki münasebetin tıpkısı sayan mutlak otokrasiyi kökünden yıktı ve devletin padişah malı olmadığını, bütün ulusun malı olduğunu, bütün hâkimiyetin ulus elinde toplandığını gösterdi. 

“1923 yılının 29 birinci teşrininde cumhuriyetin ilânı bu devrimi tamamladı, gayesine götürdü, ve yeni Türkiye asîl ve kudretli varlığile yeni tarihine kavuştu. Artık Türk milletinin şefi bir çoban ve Türk milleti bir sürü, Türk hükûmeti bir çoban uşağı değildi. 

“Türk milleti, doğrudan doğruya bütün mukadderatına hâkim olan, bugünün medenî icaplarına göre ilerliyen, kültür, sosyete, endüstri, tarım, siyasa ve her yolda tam bir medenî insan vakarile yürüyen bir millettir.

“Çoban ve sürü zihniyeti ve teşkilâtı Türk elinde yok edildiği anda onun yerine hür ve hâkim bir ulus, ulusun güvenine dayanan ve bütün otoritesini ondan alan bir hükûmet doğdu.

“Bugün bu doğuşun on ikinci yıl dönümünü kutlularken hepimiz de candan, gönülden inanıyoruz ki: Türk istiklâl savaşı Türk yurdunu istilâdan, Türk unsurunu esaretten kurtardığı gibi Türk cumhuriyeti de Türkü iç düşmanlarından, sömürücü çobanlardan, bu çobanların köpeklerinden ve sürülükten kurtarmıştır.

“Bugün alnı açık, ulusal şuuru uyanık, kafası ve ruhu aydınlık, bünyesi sağlam ve gürbüz, adımları çevik, varlığı sayın ve ilerisi emin olan Türk her şeyi bu iki kurtuluş savaşına borçludur.

“Bu iki savaşta da onu zafere kavuşturan kudret, üzerindeki yükseklikle bu öz yüksekliğinin timsali olan Atatürk’ün dehasıdır.” (Ömer Rıza Doğrul, “Dün ve Bugün”, Kurun, 29.10.1935, s. 7)

“O, eseriyle de ölümsüz müheykel ebediyettir”

11 Kasım 1938 târihli Tan’daki makâlesi de ibretle okunuyor:

“Şarkın büyük adamlarından biri, dünyanın en büyük adamlarından birini ebediyete uğurlarken ‘bu adam, iki kere ölmiyecek bir adamdır’ demişti. Çünkü her faniye mukadder olan ölümden sonra yine her faninin izini, hatırasını ve eserini tehdit eden ikinci bir ölüm vardır, ve asıl korkulacak ölüm, bu ölümdür.

“Devrine erişmek, ve devrinin asırlara sığan hâdiselerini, heyecanlarını, mücadelelerini ve hamlelerini yaşamakla bahtiyar olduğumuz, sonunda kendisini ebediyete uğurlamak gibi vazifelerin en acısıyla karşılaştığımız Büyük Atatürk ise, hiç şüphe yok ki, bu ikinci ölümü, hayatiyle ve eseriyle yenmiş bir müheykel ebediyetti. 

“Hepimiz onun eseriyiz! En büyük Türk olarak yaşamak hakkı onundur!”

“Eseri, hepimiz, ve bütün bu millettir. Yeni bir millet yaratıcısı olarak bütün Türk tarihi içinde en yüksek makam; bütün Türk tarihinin büyükleri arasında en büyük Türk olarak yaşamak hakkı, daima ona ait olacaktır. Hiçbir büyük Türk, Türk milletine onun yaşattığı tarihi yaşatmadı. Milletin bükük boynu, yıkık gövdesi, ve ölüm buhranları geçiren ruhu, onun bir temasiyle, bir ikaziyle, bir davetiyle, ve bir hamlesi ile bütün dünyayı hayran eden bir hayatiyet gösterdi. Milletin hayatiyet kaynaklarını derhal faaliyete geçirecek, derhal seferber edebilecek millî rehber o idi. Onun bir işaretiyle, milletin Büyük Harpte israf edilen kudreti, birden canlanınca, dünya parmak ısırdı. […]

“Türk milleti Atatürk’ün her irşâdını, her işâretini derhâl bir hakîkat yapıyor ve o hak̆îkati yaşıyor ve yaşatıyordu”

“…Avrupa, Türkün, kurtuluş savaşında kazandığı muvaffakıyetle kanarak eski tarzda yaşıyacağını; köhne an’anelerin zincirlerine bağlı kalacağını, Şark medeniyetinin uyuşturucu tesirine boyun eğerek hayatiyetini yıpratacağını sanmakta idi. Bütün dünya aldanıyordu. Çünkü Atatürk, kurtuluşu tamamlamaya azmetmiş ve bütün millet, kurtuluş savaşının birinci safhasında olduğu gibi ikinci safhasında da onun irşadiyle hareket ederek hayat mücadelesinde en katî zafere kavuşmak istemişti. Millet tam mânasiyle bugünün en ileri milleti olarak yaşıyacak ve daima ilerliyecekti.

“Kurtuluş savaşının bu ikinci safhası, belki de birinci safhasından daha çok fazla bütün dünyayı meraklandırdı ve şaşırttı. Çünkü bunu ‘imkânsız’ sayıyorlardı. Şarklı bir milletin garpleşmesine, muasır hayata kavuşmasına, muasır medenî milletler gibi yaşamasına imkân mı vardı? Fakat yanılıyorlardı.

“Türk milleti Atatürkün her irşadını, her işaretini derhal bir hakikat yapıyor ve o hakikati yaşıyor ve yaşatıyordu.

Ne mutlu bize: Memleketimiz, topyek̃ûn hüviyet değiştirdi ve “Kemalist Türkiye” oldu!

“Türk milleti yalnız hurafelerden ve batıl itikatlardan, yalnız köhne an’anelerden, yalnız mazinin boyunduruklarından silkinmemiş; bütün varlığını, varlığının mesnedi olan bütün müesseselerini, bütün teşkilâtını yenilemiş, bütün ihtiyaçlarını bugünün vasıtalariyle, bugünün fenniyle temine koyulmuş ve muvaffak olmuş; Türk milletinin prestiji yükselmiş, Türk milleti, dünya siyasetinde en önemli âmiller, dünya sulhünün güvendiği en kuvvetli destekler arasında en şerefli mevkii almıştı. Çünkü Türkiye tam mânasiyle Atatürk Türkiyesi olmuştu! […]

“Atatürk Türkiyesi, bütün dünyanın dostluğunu aradığı, dostluğuna güvendiği, dostluğunu barış namına, insanlığın refahı namına büyük bir kazanç tanıdığı bir Türkiye idi. Ve bu Türkiye daima bu şahikada kalacak, daima daha yüksek şahikalara varacaktır.

“Atatürkün ebediyete kavuştuğu bu sırada dünyanın her meleketinde ayni ses yükseliyor: 

‘İnsanlık büyük bir devlet adamını kaybetti.’

“Büyüklüğünü bütün insanlığa tanıtmak ve milleti nazarında, tam kurtuluş kahramanı tanınmak, bir faniye nasip olacak en büyük bahtiyarlıktır.

“Onun için Atatürk her fanî gibi ölebilir, fakat, bütün dünyanın hürmet ettiği en büyük adam ancak bir kere ölür!” (“Bütün Dünyânın Hürmet Ettiği Büyük Türk”)

“Bütün Şarkın Tapındığı Kahraman”

Ömer Rıza Doğrul, dâimî muharriri olduğu Cumhuriyet’in 10 Kasım 1947 târihli nüshasında (s. 4) “Bütün Şarkın Tapındığı Kahraman: Şark ve İslâm Âleminde Atatürk” başlıklı bir makâle dahi neşretmişti ki bu da, ibretle okunmıya değer: 

“Atatürk, Şark ve İslâm âleminde, eşsiz ve ölmez şöhretler arasındadır. Türk milletinin kurtuluş savaşını en kat’î ve en şanlı zaferle taclandıran Atatürk, bütün Şark ve İslâm milletlerinin tapınırcasına sevdiği kahraman bir şahsiyettir. Bütün İslâm milletleri, Türkün kurtuluş savaşını en büyük dikkat ve heyecanla takib etmiş ve zaferlerimizi bizim gibi kutlamışlardı.” 

Ömer Rıza’nın bundan sonraki îzâhatına nazaran, İstik̆lâl Harbi zarfında “takdîs edilircesine saygı gören Atatürk”ün imajı, Kemalist İnk̆il̃âblar devrinde sarsılmış, “sömürgecilik zihniyeti”, İnk̆il̃âbların Müslümanlığı yıkmıya müteveccih olduğu “yalan”ını propaganda ederek, hem Şark ve İslâm Âlemini Türkiye’den soğutmuşlar, hem de -Mustafa Kemâl’i örnek alarak- sömürge olmaktan kurtulmak için yapılan mücâdeleleri bu sûretle zaafa uğratmıya çalışmışlardır. 1947’ye gelindiğinde ise, İslâm Âleminde yapılan “aydınlatıcı” neşriyât sâyesinde, Kemalist Rejimin, Müslümanlığı değil, “cehâlet, taassub ve esâreti hedef tuttuğu” anlaşılarak “Atatürkün ölmez şöhreti, kat kat canlanmak” yoluna girmiştir: 

(Cumhuriyet, 10.11.1947, s. 4)

Bâtıl bir efsâne, her kesimden hakîkatsiz kimselerin mârifetiyle, böyle yaşatılıyor… 

***     

“(İslâm Âleminin tavrında) ikinci devir, Türk inkılâbının başarıldığı, yani hilâfetin ilga edildiği, medreselerin ve tekkelerin kapandığı, şapkanın kabul olunduğu, medenî kanunun tatbik edildiği, kadın hürriyetinin ilân edildiği, harflerin değiştirildiği devirdir.

“Bütün bu başarılar Şark ve İslâm âleminde taraftar bulmamış değildir. Fakat ekseriyet bunlardan ürkmüş ve bu hali İslâm camiasından ayrılmak, garblılaşmak değil, fakat frenkleşmek [Sanki arada fark varmış gibi!] mahiyetinde telâkki etmiş ve bu sırada Atatürk hakkındaki sevgileri gibi Türk milleti hakkındaki güvenleri de kısmen sarsılmıştı.

“Türk milletinin İslâm âlemine bir mücahede örneği teşkil etmesinden ve hepsini hürriyet ve istiklâlini kazanmağa teşvik eden bir manevî amil olarak ortaya çıkmasından hoşnud olmıyan sömürgecilik zihniyeti, bu fırsatı ganimet sayarak Türk inkılâbını ne kadar fena tasvir etmek mümkünse öylece tasvir etmiş ve Garb medeniyetinin ne kadar çirkin ve çirkef tarafları varsa, yalnız bunların Türkler tarafından alınmış olduğunu ileri sürmüştür. Bunlara göre Türk inkılâbı: Dans, içki, kumar, kadın çıplaklığı ve umumî ahlâksızlıklar, dinsizlik demekti. Sömürgeciliğin hedefi, yalnız Türk inkılâbını kötülemek değildi, aynı zamanda, diğer Şark ve İslâm milletleri içinde hürriyet ve istiklâl peşinde koşan liderlerin de hep aynı hedefler peşinde koştuklarını ve muvaffak oldukları takdirde aynı şeyleri yapacaklarını telkin ederek millî liderlerle halkın arasını açmak, böylece millî hareketlerin hızını kırmaktı.

“Türk inkılâbı aleyhinde yapılan bu propagandanın muvaffak olmadığını iddia etmek yanlış olur. Çünkü bu propaganda, hiçbir mukabele görmeden yayılıyordu ve biz inkılâbla meşgul olduğumuz için, ne yaptığımızı anlatmağa vakit bulmamış, yahud ehemmiyet vermemiştik.

“Bunun neticesi olarak düşman propagandası alabildiğine yayılmış ve bizi bütün İslâm âlemine ‘Dinsiz ve ahlâksız’ göstermek için elinden geleni yapmıştı. […]

“Bu devir hâlâ devam ediyorsa da eski hızını çoktan kaybetmiştir. Bunun sebebi, bütün Ortaşark memleketlerinde yerli muharrirler tarafından yazılan ve Türk inkılâbını izaha teşebbüs eden eserlerdir. Bugün bu eserlerin sayısı mühim bir yekûn tutmuş ve bu eserlerin bir çoğu durumu değiştirmeğe muvaffak olmuş bulunuyor. […]

“Türk inkılâbının cehalet, taassub ve esareti hedef tuttuğu ve bunları ortadan kaldırmak istediği anlaşıldıkça Atatürkün Şark ve İslâm âleminde kazanmış olduğu ölmez şöhretin kat kat canlanacağı muhakkaktır ve bunun böyle olacağı şimdiden belirmiştir.”