Yazar-filozof Teoman Duralı, günümüz Türkiye Müslümanları hakkında kıyıdan köşeden de olsa tespitler yapan ender düşünürlerden biridir. Ülkemizdeki Müslümanların yüz yıllık geçmişinin röntgenini çeken Duralı, Omurgasız Türklük kitabında şöyle der: “(Günümüzde) İslâm’dan esinlenmiş bir ahlâk-toplum düzeni, hattâ ideoloji vücuda getirilebilir. Bu da ancak toplumculuk-paylaşmacılık olabilir. İslâm da elbette esinlendiği sistemin, ideolojinin günâhından da sevâbından da sorumlu tutulamaz.” (s. 131)
Günümüzde başörtülü insanlar serbestçe kamuda görev alabiliyor. Camiler, Kur'an kursları açık ve imam hatip okullarının sayısı diğer devlet okullarıyla aynı seviyelere ulaşmış durumda. Normal şartlarda Müslümanlar devletten ne istediyse almış görünüyor. Bu durumda itirazların olmaması beklenir. Fakat itirazlar giderek yükselen bir perdeden yapılmaya başlandı. Demek ki bu itirazların yapısal bir sorunu var. Örneğin, biz 28 Şubat sürecinde öğrenciyken 12 Eylül Cuntasının kurduğu bir kurum olan YÖK’ü her 6 Kasım’da protesto ediyorduk. Üniversitelerde evrensel öğretim, akademik ve kişisel özgürlüklerin kısıtlanması nedeniyle protesto ediyorduk. Şimdi YÖK başka bir yapılanmaya girmiş durumda. Rektörler, başörtülülere saygı gösteriyor ancak bazı rektörlerin ağalık taslaması göz ardı edilmemeli.
Teoman Duralı’nın Omurgasız Türklük kavramının altında hiç şüphesiz çağın gereklerini karşılayamayan seküler bir mekanizma yatıyor. Günümüz kanun koyucuları kendi aralarında anlaşamadığı sürece çağın ihtiyaçlarını karşılayan bir anayasayı yazamaz hale geldik. Eski yönetmen ve şimdiki meclis başkanvekili Sırrı Süreyya Önder’in sinema sanatçısı Engin Günaydın’la yaptığı yarı şaka yarı ciddi bir sohbette söylediği gibi, “Engin, bu yaz anayasayı yazar bitiririm, senin için de bir anayasa maddesi koyacağım. Söyle hangi madde olsun. İstersen aynı sayfada hem ‘Engin’ hem ‘Günaydın’ kelimesini geçireceğim. Mesela ‘Engin demokrasi deneyimi’ dediği demagojiye yakın bir yerdeyiz.”
Bir yazar arkadaşımdan dinlemiştim. Seksenli yıllarda öğretmenlik yapan bu arkadaşım, o zamanlar ilk banka promosyonuyla karşılaşınca ne yapacağını şaşırmış. Bahsettiğim yazar arkadaşım öyle sıradan biri değildi. O zamanlar kendince şuurlu bir Müslüman olduğunu düşünen, bu doğrultuda yazılar kaleme alan, dergiler ve kitaplar çıkaran, kendine göre geniş bir okuyucu kitlesi olan bir yazardı.
Seksenli yıllarda memurlar maaşlarını bankalardan aldıkları için bankalar, onlara “maaşınızı bizden alıyorsunuz” gerekçesiyle hediye veya teşvik anlamında cüzi bir para vermeye başlamıştı. O zamanlar bu iş, promosyon değil “nemâ” kelimesiyle ifade ediliyordu.
Bankalar, müşterileri paralarını çekmesin diye maaşların yattığı zamanlarda da bu terimi-kavramı kullanmışlardı. Bunun sebebi, “nemâ” teriminin-kelimesinin faizden ziyade bereketli anlamına gelmesiydi ve bu terim bankalar tarafından icat edilmişti. Acaba bu usul ve terim Osmanlı cemiyet hayatında kullanılıyor muydu? Başka bir yazımızda buna da değineceğiz.
Seksenli yıllarda bankaların memurları ve öğretmenleri nemalandırma uygulamasına karşı çıkan bu yazar arkadaş ve bir grup öğretmen bir duruş sergilemişler ve topluca bankaya gidip dilekçe vermişler. “Biz bu parayı almayacağız,” demişlerdi. Sonra ne oldu? Hatıranın sonrası oldukça ilginçtir. Yazar ve arkadaşları bankaya dilekçeyi verdikten sonra banka yönetim kurulu toplanmış ve şöyle bir karar almış: “Memurlara verdiğimiz bu nemâ oranı çok düşük. Galiba bu yüzden itiraz etmişler. Biz bu nemâyı üç katına çıkaralım.”
Ondan sonra ilk önce şuurlu bir duruş sergileyen yazar ve memur arkadaşları bu sefer de şöyle bir tevil geliştirmişlerdi. Aralarında şöyle bir sohbet geçmiş: “Biz, bu banka nemalarını hayır hasenatta kullanalım. Üyesi olduğumuz derneğe, vakfa, sendikaya bağışta bulunalım. Bu mekânların elektrik, su, kira ücretleri belki bu şekilde karşılanır.” Demişlerdi.
Daha sonra bu nema iş promosyona dönüştü ve memurların doğal hakkı olarak görülmeye başlandı. Sahi bu kadar devlet kurumu eskiden mutemet çalıştırırlardı. İtimat edilen anlamında paralar onda dururdu. Ne oldu bu mutemetlere?