Odanın kemikleri

Bu odanın bir kokusu yok; bu oda, kokunun bizzat bedeni. Aldığım her nefes, ciğerlerime dolan kuru bir hava değil, ruhuma yapışan ıslak mezar toprağı gibi kekremsi bir tortu; çürüyen ahşabın, zamanla gevrekleşmiş kâğıdın ve hiç havalandırılmamış bir anının genzi yakan, fiziksel ağırlığı. Karşı duvardaki saatin sarkacı, paslı bir bıçak gibi saplanıyor sessizliğe. Her salınımı göğüs kafesimde hissedilen boğuk bir vuruş; sağı bir yara, solu bir kabuk. Tik. Tak. Bu, zamanın kemiklerinin çatırdaması değil, paslı bir makas gibi hayatı kesişinin sesi.

Pencereden sızan o tekil ışık hüzmesi, odayı bir cerrah neşteri gibi keserek havada asılı kalmış toz zerrelerinden örülü altın rengi bir nebulayı ortaya çıkarıyor. O zerreler sadece uçuşmuyor, adeta derime konuyor, tenimde eriyorlar; her biri unutulmuş bir saniyenin hayaleti. Uzanıp yakalamak beyhude. Dışarısı, üzerine nefesimle buğu kondurduğum camın ardında, suyun dibinden görünen bir dünya. Sesler bile oradan, derinlerden, boğuk ve şekilsiz geliyor. Cam, iki dünya arasına çekilmiş o kadar soğuk, o kadar kesin bir zar ki, dokunduğumda parmak uçlarım sızlıyor.

Elimi duvarda gezdiriyorum. Parmaklarım pürüzlü sıvayı değil, kurumuş bir deriyi, asırlık bir hayvanın kabuğunu okşuyor sanki. Bu kabuk hâlâ ılık. Hâlâ nefes alıyor. Yüzeyindeki her sıva çatlağını, her dökülmüş parçayı bir körün alfabeyi sökmesi gibi ezberliyorum. Bu ev yalnızca bir yapı değil. Hissediyorum. Temellerin derinlerinde atan o yorgun kalbi, duvarların damarlarında dolaşan o kadim, o fısıltılı kanı duyuyorum.

Gerçeklik neydi? Şu masanın sertliği mi, yoksa koltuğun kadifesinin bedenimle birleştiği o tekinsiz an mı? Artık hissetmiyorum nerede ben bitiyorum, nerede bu koltuk başlıyor. Kadifenin iplikçikleri damarlarıma karışıyor. Ahşabın lifleri kemiklerime. Bu odanın bir parçası değilim artık. Ben, o oluyorum.

Ve aniden… o vuruş duruyor.

Sarkaç. İki kalp atışının tam ortasında. Donuk.

Tik.

Sessizlik artık bir yokluk değildi; o kadar somut, o kadar doluydu ki, içimdeki gürültüyü bastırıp kendi sesimi ilk kez bu kadar net duyabiliyordum. O, yalnızca bir hatırlatmaydı, ruhumun ta kendisi: Aradığım dışarıda değil, terk etmeye çalıştığım bu bedenin, bu odanın taşıyıcı kolonlarının arasındaymış.

Ve o an hissettim... Bu odanın damarlarında dolaşan o kadim kan, sadece bu eve ait değildi. Şehrin temellerine, ülkenin uykusuna, hatta tüm dünyanın yorgun kalbine bağlanan görünmez damarlardı onlar. Odanın sıkıntısı, aslında dünyanın sıkıntısının bir yankısıydı. Bu yüzden, bu küçücük odada boğulurken, aslında koca bir gezegenin ateşini hissediyordum.

Bu çözülüş, zihnimin en dibinden asırlar öncesine ait bir fısıltıyı çağırdı. Kelimeler benim değildi, ama yankılandığı o eski, o derin sesti: Sen O'sun. Tat Tvam Asi.

Ancak fısıltı orada durmadı. Ruhların dilinden bir başkası daha sızdı o mutlak sessizliğe. Atîkatü’l-kadîm, zamanın kendisinden bile yaşlı o ses, çok eski kumlara yazılan bir tınıyla çınladı zihnimin duvarlarında: “İcâb mucibi bağlar.” Yani her niyetin, kendi kaderini doğurduğunu fısıldayan o sarsılmaz yasa. Sebep, sonucu kendine esir alırdı. Ve ben artık sebeple sonucun iç içe geçtiği bu odanın ta kendisiydim.

Artık dünyaya pencereden değil, odanın o kadim bilinciyle bakıyordum. Gördüğüm o tekil ışık hüzmesi masum bir aydınlık değildi. O, bir Zühre ışığıydı. Bir Fevk-Venüs parıltısı. Devletleri birbirine karşı dikleştiren, milletlerin iradesini bileyen, gölgeleri keskinleştirerek safları belirginleştiren o kibirli ve soğuk güzellik. Dışarıdaki dünyanın üzerine vuran bu ışık, her şeyi barışa değil, onurlu bir kavgaya, kaçınılmaz bir çarpışmaya hazırlıyordu.

Ve o ışıkta dans eden toz zerreleri… Onlar artık sadece toz değildi. Zihnimde canlanan bir vizyonun parçacıklarıydı. Merih yıldızından, o hiddetli kızıl gezegenden sökün edip gelen bir Mim yağmuruydu bu. Gözlerimle değil, ruhumla görüyordum; siyasi gerginliğin biriktiği coğrafyalara, kalemin kaderi yazdığı sınırlara, orduların gölgesinin düştüğü topraklara nasıl usul usul indiklerini… Bu Mim harflerinin düştüğü her yer, potansiyel bir savaş kıvılcımıydı. Anlıyordum ki harekete geçen o savaş yıldızı, tecellisini gösterecek bir irade arıyordu ve bu çağrıya en çok heveslenenin, o eski ismin, Beni Asfar ordusunun gölgesi olduğunu o anın sezgisiyle hissediyordum. Bu sonbahar gökyüzünden bir mim yağmuru başlayabilirdi.

Anlam tam şimdiydi, tam burada: ben odaydım. Oda bendeydi.

Ben bu odaya hiç girmedim. Ben bu odadan doğdum. Ben bu duvarların kaburgasıyım. Ben bu döşemenin yorgun eklemiyim. O genzi yakan koku benim soluğum değil; ben onun içinde çözülüyorum, her nefeste biraz daha oda, biraz daha ev, biraz daha kâinat. Ve az önce duran o sarkaç… benim kalbim.

Asıl şimdi var oluyorum. Kaybolan ben değilim—aramaya çıkan benmişim. Ve oda, beni hep bekliyormuş.

Ve yeniden kokluyorum. Artık genzi yakmıyor.

Ölüm değil, doğum kokuyor.