Ölümden Önce Hayat Var mı?

Dinler bilindiği üzere "ölümden sonra bir hayat var mı?" sorusunu cevaplandırırlar.

Dinler bilindiği üzere “ölümden sonra bir hayat var mı?” sorusunu cevaplandırırlar. Ölümden sonraki hayat insan için bir merak olduğu kadar bir inancın konusudur. Zira ölümden sonra hayatın olup olmadığına dair yegane cevabı verme imkanı dinlere aittir. Seküler ideolojilerin kendi imkan ve sınırları içerisinde bir cevap üretmeleri mümkün değildir.

Fakat “ahiret” her şeyden önce bir bilginin değil inancın konusudur. Çünkü dinlerin insanlara verdiği bilgilerin dışında insanın ahirete yönelik ürettiği bir bilgi söz konusu değildir. İnsandaki ebedileşme arzusu süreklilik arz ettiğinden, dünyada bu arzusunu karşılayamadığı için ebedi bir ahiret hayatı işlevsel olabilmektedir. Diğer yandan insanın yaptıklarının karşılığını bulabilmesi için, bir başka hayatın olması insandaki adalet duygularını tatmin edebilmektedir. Ancak tüm bunların ötesinde ahiret dinlerin haber verdiği bir inancın konusudur.

İnsanın kendisini bir şekilde dünyada bulması ve bu bulunuşunu anlamlandırması aslında önemli bir soru(n)dur. Zira bu anlamlandırma çerçevesinde dünyaya bir bakış ve perspektif geliştirerek kendisine rota çizebilmektedir. Gerçi büyük oranda kitleler içinde yaşadıkları kültürel ortamın “ortalama”sına göre hareket ettiklerinden belki de bu tür soruları kendilerine daha az sorabilmektedir. Ancak ne olursa olsun “anlam” insan hayatı için merkezi önemdedir.

İnsan dünyada birçok acıları ve mutlulukları tecrübe etmektedir. İnsan hayatının bu serencamı çok renkli hayat hikayelerinin ortaya çıkmasını sonuçlamaktadır. Bu hikayeler Tanrı için çok bilindik ve sıradan olsa da, insan için yaşadıkları birer tecrübe olarak “insanlık tarihi”ne yazılmaktadır. Fani olan insanlar ise bunlara bakarak duygulanmakta, ders çıkarmakta ve onları rota tayin etmek üzere kendilerine eklemektedirler.

Bizim buradaki sorumuz ise “ölümden önce bir hayat var mı?” Bu sorumuzu “hayat nedir?”, “yaşamak nedir?”, yaşamanın anlamı nedir?” şeklindeki bir takım alt sorularla da besleyebiliriz. Temel problem ise, insanların kendilerine bir kere ve bir fırsat olarak sunulan hayatı değerlendirme imkanları ile gerçekten “bir hayat” yaşayıp yaşayamadıklarını sorgulamaktır.

“Hayatı ertele(me)mek” diye bir tabir moda olarak kullanılmaktadır. Bu tabir seküler içeriklerle kullanılmakla birlikte, ifade etmeye çalıştığı nihai anlam doğrudur. Özelde Müslümanlar asıl hayatın ahirette olduğuna inanarak, hayatı çekilmez kılan unsurları göz ardı etme eğilimine girebilmektedirler. Öyle ki, dünya ölçeğinde varolan sömürü koşullarına hiç dem vurmadan bunların hesabını ahirete ertelemektedirler. Halbuki müslümanın temel ödevi, dünyadaki hayatı da yaşanabilir şartlara kavuşturmak için uğraşmak olmalıdır. Dolayısıyla hayatı anlamlı kılacak “varoluş”u gerçekleştirmeksizin hayat ertelenmiş olmaktadır.

Karl Marx “din kalpsiz bir dünyanın kalbi, vicdansız bir dünyanın vicdanıdır; din halkların afyonudur” derken dinin ikili rolüne işaret etmekte, fakat pratikte dinin kitleler üzerindeki uyu(ş)tu(ru)cu etkisini öne çıkarmaktadır. Aslında dinin asli işlevinden uzaklaş(tırıl)arak yabancılaşm(tır)ma işlevine burada değinmek gerekir.

Özellikle son 40-50 yıl içerisindeki dönüşümlerle birlikte “haz” gelip hayatın merkezine oturdu. Bugün “herkes yaşıyor”, “yaşamak lazım”, “yaşamasını bilmeliyiz” şeklindeki cümlelerle büyük oranda hazzın merkezde olduğu bir yaşam biçimine vurgu yapılmaktadır. Post/modern durumun toplumları bugün getirip bıraktığı nokta burasıdır. İşin gerçeği dindarlık da bu yönde bir değişim geçirmektedir.

Dolayısıyla “ölümden önce hayat var mı?” sorusundaki “hayat”ı tekrar tanımlamak lazımdır. “hazcılık”la “erteleme” arasındaki dengede belki bu hayatı “varoluş”umuzu yeniden keşfederek tanımlayabiliriz.